AMA YAPACAK ÇOK ŞEY VAR

Sevgi – evet yine oradayız 😉 – deyince bir kavram, elle tutulmaz bir duygu, bir hayal, bir aşk masalı gibi geliyor insanlara. Ama aslında bir eylem, hatta bir çok eylem. Şarkılardaki gibi “seni uzaktan sevmek” ya da “hadi sev beni, sev beni, sev beni” değil! Çok güzel duygular coşkular içerse de Hollywood değil, Arabesk değil. Sevgi eylemlerden oluşur, eylem doludur.  

Nitekim iki önceki paylaşımda (“Aslında Söylenecek Çok Şey Yokmuş”) değindiğimiz 1. Korintliler 13 sevgiyi bir çok eylem ve bilgiden üstün kılarak başlasa da, bu sözlerin hemen ardından 4. ayetten itibaren sevginin o ünlü pratik eylemlerini listeliyor – sabır, şefkat vs.. 

İnsanoğlu ilişki için yaratıldığı an eylem için de yaratılmış oldu. Zira ilişki eylemsiz olamaz. İster bu bir söz olsun, ister bir gülümseme, bir kucaklaşma, bir yemek yapma, birlikte yürüme vs. vs.. Üstelik bu ilişkilerimiz sırf insanlarla değil, toprakla, doğa ile. Yaratılış kitabında ilk başta, her şey ‘çok iyi’ iken, insanın içinde yaşadığı bahçe ve hatta tüm yaratılış yönetmesi ve işlemesi için ona verildi (Yaratılış 1:26-31; 2:15). Yani en baştan yapacak çok şey var.

İnsanlar (ve dinler) genelde birbirini ve başarıları eylemleri ile tarttığı için, İsevi öğretişlerimizde kurtuluşun eylemlerimizle değil Tanrı’nın lütfu ile geldiğini vurgulamaya yoğun bir çaba vardır. Bu öğretişe harcanan haklı vurgu, öbür taraftan çok kez yaptıklarımızı geri plana atma tehlikesini yaratır. Halbuki eylemler imanın göstergesidir, önemsiz değildirler. 

Yakup 2. bölümde ele alınan ve bir karmaşa gibi görünen, ‘imanla aklanma – eylemsiz iman – imanla eylem’ terimleri aslında o denli karmaşık değildir.  Yakup 2:18’de dediği gibi “Hadi bakalım (bu benden) eylemlerin olmadan sen bana imanını göster!” Eminim şu tür sözleri bir çok kez duymuşsunuzdur: “ben Rabbi çok seviyorum”, “kardeşler sizi çok seviyorum”. Güzel iddia, büyük iddia. Eh hadi bakalım eylemlerini görüp seninle sevinip seni örnek almayı ümitle bekliyoruz!

Malum laf salatası bol bir ülkede, bir dünyadayız. Çok kez de bir şeyler yapmamak için bir sürü bahanemiz oluyor: “zamanım yok, param yok, benim derdim bana yeter, içine kapanık insanım, kendime güvenmiyorum, başkalarına güvenmiyorum, görevli olanlar yapsın; ve en dürüstü – canım istemiyor!”  

Tüm bunlara ilaç bir çok ayet verebilirim, ama eminim siz de bunları biliyor ya da bulabilirsiniz. Kısacası:

Uyanık kalın, imanda dimdik durun, mert ve güçlü olun. Her şeyi sevgiyle YAPIN (eylem).” (1. Kor.16:13-14)

Yapacak, yapabilecek çok şey var, her gün, her konumda. Rahibe Teresa’nın sevdiğim güzel bir sözü ile bitirelim: 

“Hepimiz büyük işler yapamayız ama hepimiz büyük sevgiyle küçük işler yapabiliriz.”

GÖZLERİMİ DAĞLARA KALDIRIYORUM

Yılını hatırlamıyorum ama Fransa’nın doğusunda Alpler’e yakın bir yerde kalıyorduk. Arabayla bir kaç yeri ziyaretten sonra bir yamaçtaki park alanına girdik, 200m kadar ağaçlıklar arasında yürüdük. Ağaçlar aralandı ve aniden karşımızdan Alp dağlarının bir bölümü inanılmaz ihtişamları ile önümüzdeydi. Dura kaldım, boğazım düğümlendi, gözlerimden bir kaç damla süzüldü. Utandım ve özür diledim. Günlerdir ne olduklarını bile hatırlamadığım bir şeyler için Tanrı’ya yakınıyor, O’na akıl veriyordum. Karşıma çıkan inanılmaz görkem ve güzellik beni yerime koymuştu. Utandım, özür diledim ve sonra tüm bunları yaratanın Tanrım ve Babam olduğu için şükrettim. Hayranlığın getirdiği ağırlıkla sakinleşmiş olan bir yürekle bakakaldım.

O günden değil ama yine de Alpler – başka bir zaman, başka bir yer.

Gözlerimi ayaklarımın dibinden dağlara, denizlere, yıldızlar, ağaçlara, çiçeklere, hayvanlara, böceklere, tüm yaratılışa kaldırdığımda yardımımın nereden geldiğini hatırlıyor, görüyorum (Mezmur 121). Ümidim tazeleniyor. Tüm bu akıl almaz muhteşemliği var eden, bir ot yaprağını bile yaratamayan bana, bize armağan ediyorsa, bizimle paylaşıyorsa bir değerimiz, bir amacımız ve bir ümidimiz var.

Bizleri boğan şehirlerde bile gözlerimizi kaldıracak noktalar var. Size Rabbi hatırlatacak ‘dağları’ bulun, ihtiyacınız olacaktır.

ASLINDA SÖYLENECEK ÇOK ŞEY YOKMUŞ!

Yıllar içinde çok sayıda kitap okudum ya da taradım. Genç yaşlarda okuduklarımın listesini tutmuştum ama 2-3 yıl sonra vazgeçtim. Yok öyle kitap kurdu değilim, hızlı da okuyamam ama hep yanımda okumakta olduğum kitaplar vardır. 

1970’ler ve 80’lerde ülkemizde Protestan çevrede Kutsal Kitap dışında neredeyse hiç kitap yoktu, ne yerel ne de çevrilmiş. Bir elin beş parmağını geçmezdi (Katolik ve Ortodoks çevreleri bilemem, eminim onların bu topraklarda uzun tarihleri nedeniyle vardır). Kesin bilmiyorum ama şimdi herhalde %95’den fazlası çeviri olan 2000’e yakın başlık vardır. Pek okumayan bir kitle için abartı, hele çoğu kitap benzer konular etrafında dönüp durunca. Üstelik ne yazık ki yıllarca ücretsiz dağıtımla değerleri bir kat daha düşüp depolarda çürüyen kitaplar.

Yanlış anlamayın, okumak çok iyi, önemli ve teşvik edilmeli. Bazı kitaplar okuyanlarına çok şey katmıştır. Bazıları ise yulaf ezmesi dolu bir havuzda yüzmeye çalışmak gibi! Yıllar geçtikçe insan daha seçici oluyor, özellikle bu bilgi bombardımanı çağında. 

Bu dünyada, özellikle din çevrelerinde, herkesin söylecek, yorumlayacak  bir şeyi var (bu blog gibi ;). Hele bir de ABD gibi endüstriyel boyutlara varan din alanları ve binlerce ilahiyat (İncil) okulu olan ülkelerde. Özellikle Protestan kilise tarihine baktığımızda bölünmeler (ve kilise binası çoğalması), çoğu kez, birilerinin biraz farklı bir şey düşünüp gururla savunmasından kaynaklanıyor (ruhsal boyutu olmayan para ve ünvan çıkarlarını saymazsak). Anadolu’nun ünlü “okumakla adam olunmaz” deyiminin “okumakla ruhsal olunmaz” türevini kanıtlarcasına.

Bir sürü laf ve tantana sonunda insanoğlunun aynı yerlerde dönüp durduğunu keşfediyoruz. Bakıyorsunuz bin yıl önce yazılmış bir kitap, ‘ay bunu duymamıştım’ diye yorumladığınız yeni çıkan bir kitapla aynı şeyi söylüyor. “Güneşin altında yeni bir şey yok” (Vaiz 1:9) ve madem bu benim blogum benim de gördüğüm şu:  

“Her insan sevmek ve sevilmek istiyor – bu denli basit”

Bu “sevgi” gerçeği kilise içindeki ve dışındaki herkes için geçerli. Bu yapı ile yaratıldık ve bu yapımızın hem nedeni hem de sonucu olarak da karşımızda sevgi olan bir Tanrı çıkıyor. Konuştuklarımız, yazdıklarımız bu “sevgi” ruhuna, anlayışına odaklı değilse boş. “Amaan takmışsın sevgiye” diyebilirsiniz. Takan ben değilim Tanrı. Buyurun:  

İnsanların ve meleklerin diliyle konuşsam, ama sevgim olmasa, ses çıkaran bakırdan ya da çınlayan zilden farkım kalmaz. Peygamberlikte bulunabilsem, bütün sırları bilsem, her bilgiye sahip olsam, dağları yerinden oynatacak kadar büyük imanım olsa, ama sevgim olmasa, bir hiçim. Varımı yoğumu sadaka olarak dağıtsam, bedenimi yakılmak üzere teslim etsem, ama sevgim olmasa, bunun bana hiçbir yararı olmaz.” 1. Kor. 13:1-3

İncil’deki bu sözlerin ışığında ben de şöyle bir benzetmeyi sunayım: “Sabah akşam vaaz versem, kitaplar yazıp bloglar, siteler üretsem, kiliseler ve hizmetler kursam ama sevgim olmazsa yanlış yönlere boşa kürek çekmiş yorgun bir zavallı olurum.”  Aslında bu ‘boşa kürek çekmek’ tam doğru değil zira Tanrı’nın lütfuna sınır koyamam, bize rağmen başkalarında işleyebilecek bir Rabbimiz var.

Kilise Tanrı’nın sevgisi ve bu sevginin sunusu üzerine kuruludur. Bu nedenle kendisini kanıtlama peşinde koşan ve kuru doktrinlere adayan kişiler olmayalım. Olanlardan da sakının, ya da en azından o kişileri ve öğretişlerini (sözlü veya yazılı) “sevgi” testinden geçirin. Sizi sevgiye götüren ve sizi sevmeye yönlendiren bir ruh yoksa oradan hızla uzaklaşın. Boş, hatta tehlikeli detaylara takılmayın. Yüreğinde Tanrı tarafından sevildiğini kavrayan ve komşularını sevmeyi seçen kişi için eli boş kalan bir hiç olma, sözleri boşa çınlayan bir zil olma tehlikesi yoktur. 

SİZE VERİLENLER İLE NE YAPACAKSINIZ?

Malum yıllardır toplumda sağlıkla ilgili ana konulardan biri aşırı kilolar ve obezite. Yemek yemeyi severiz, hele bir de beleş ise ve sofra iyi donatılmışsa götür babam götür. Ama sonuç kof şişmanlık. Bunun değil başkasına faydası olması bize bile faydası olmuyor. ‘Ağzımıza layık’ diye başlayan bir şey kötüye, zarara dönüşüyor.

Sofra dostluk, muhabbet ortamıdır ve Tanrı’nın da sunduğu sofralar var: 

Yuhanna 6:35 – İsa, “Yaşam ekmeği Benim. Bana gelen asla acıkmaz, bana iman eden hiçbir zaman susamaz” dedi.

Vahiy 3:20 – “İşte kapıda durmuş, kapıyı çalıyorum. Biri sesimi işitir ve kapıyı açarsa, onun yanına gireceğim; ben onunla, o da benimle, birlikte yemek yiyeceğiz.”

Bir insan niye yer? Acıktığı için, yapacaklarını sürdürebilecek enerjiyi almak için; hadi sosyal olmak içini de ekleyelim, ya da sıkıntıdan veya sırf oburluktan ama sonuçta yiyebileceğinin bir sınırı vardır. Kişi biraz olsun sağlıklıysa nihayetinde sofradan kalkar bir şeyler yapar, o enerjiyi iyi veya kötü kullanır.

Ruhsal yaşantımızda da obezite var, ya da dipsiz iştahlar diyelim. “Hep bana hep bana”lar. Aç veya öksüz olanların çoğu bir sofraya ilk kezler oturduğunda her şeyi yemeye hatta ceplerine, torbalara doldurmaya çalıştığı görülür, açgöz olduklarından değil, bir daha bulamama ve kendilerinden alınacağı korkusu ile. Ama yukarıda Yuhanna 6’da okuduğumuz gibi Rab’bin sağladıkları acıkmayı susamayı kaldırıyor. Sevgisi, ilgisi doyurucu. Yaralarımızı saracak, bakışımızı değiştirebilecek ve bize enerji katacak güçte. Rab’bin sevgi, dostluk sofrası hep orada, sürekli orada oturmak gerekmiyor. 

Peki o zaman arada kalktığımızda ne yapacağız, bize verilenleri nasıl değerlendireceğiz? Aldığımız sevgiyi ne yapacağız, aldığımız merhameti, lütfu, adaleti ne yapacağız? Yakmadığımız katı, sıvı besinler nasıl yağ yaparsa ruhsal/duygusal yağlanmaya da uğrar mıyız?

Rab insanların, kiliselerde olanlar dahil, “yağlanma” sorunları ile boğuştuğunu biliyordu. Yuhanna 6:36-37 – İsa şöyle yanıt verdi: “Size doğrusunu söyleyeyim, doğaüstü belirtiler gördüğünüz için değil, ekmeklerden yiyip doyduğunuz için beni arıyorsunuz. Geçici yiyecek için değil, sonsuz yaşam boyunca kalıcı yiyecek için çalışın.” 

Ruhsal yağlanma neye benzer? Gurura, bilmişliğe, oturduğun yerden yargılamaya, yakınmaya, töreci ve yasacı olmaya. Beden nasıl zararlı toksinlerle boğuşursa can da bu ve benzeri toksinlerle boğuşur. 

Kiliselerde maalesef “hep bana hep bana” diye yaşayan çok kişi olabiliyor. Belki verilen öğretişlerin hatası, belki kilise olarak yapılması gerekenlerin eksikliği. Belki insanların ihtiyaçlı olması bazılarımızın işine geliyor (özellikle hizmet edenlerin). Bize kurtarıcı statüsü kazandırtıyor. Belki ezilmiş bir toplumdan gelmenin korkularından, alışkanlıklarından kaynaklanıyor. Ama İsa’nın yapmaya geldiği bu değil. O kötürümleri ayağa kaldıran, körlerin gözlerini açan, zinada yakanlanmış hor görülenlere yeni ümit ve fırsatlar veren, yatalak olana ‘kalk yatağını al’ diyen ve sonuç olarak “kalk parla” (Yeşaya 60:1) diyendir.

Tanrı’dan aldıklarımızı kullanmaya çağrıldık, sevgi aldığımıza inanıyorsak insanlara sevgi verelim, lütuf aldığımıza inanıyorsak lütuf ile davranmayı keşfedelim, Tanrı’nın bize karşı yumuşak huylu, iyilikle davrandığını tattıysak ve bunun iyi olduğunu fark ettiysek aynı iyilikleri başkalarına tattıralım. Güzel yemek yapma armağanı olanlar başkalarının o yemeklerden tatmasından zevk alırlar. Tanrı, sevgi, merhamet, iyilik gibi kalıcı olan yiyecekleri hem kilise içinde ve hem de kilise dışında başka insanlara sunmamız için armağanlarla donattı bizleri. 

Size verilenler ile ne yapacaksınız? 

TESLİM OLDUM

İsevi olan ünlü yazar (örn. Narnia öyküleri) ve düşünür C.S. Lewis’in sevdiğim bir çok sözü var, biri de Twitter hesabımda kullandığım şu sözüdür: “Sonunda teslim oldum ve Tanrı’nın Tanrı olduğunu itiraf ettim (I gave in and admitted that God was God).” 

Şubat 1972’de bir gün bir yatağın kenarında oturmuş düşünüyordum. Son 5-6 aydır İncil’i pür dikkat okumuş, bazı İsevilerle konuşmuş, bir kaç toplantıya katılmıştım; ama aklımla yüreğim çatışma içindeydi. Bir çizginin üstünde duruyordum. Yüreğim “evet gerçek ve Tanrı burada” diyordu, aklım ise “hayır, emin olamazsın, hem sen Türksün olmaz” diyordu. O yatağın kenarında otururken göğsüme sanki birinin eli basarken içimden de bir ses soru soruyordu, “teslim oluyor musun?”. İman etmemiştim ama bir şekilde biliyordum, bu Yaradan’ın seslenişiydi. Belki bir dakika kadar sessiz geçti ve “tamam teslim oluyorum” diyebildim, sadece üç kelime. Bir saat sonra bir tren yolculuğuna çıktım, camdan doğanın çok güzel olduğu bir bölgeyi hayranlıkla izlerken “Baba her şeyi ne güzel yarattın” dediğimi hatırlıyorum. Bir saat önce Tanrı’ya ‘Baba’ diyemezdim. 

Her birimiz farklıyız ve kendimize has deneyimlerden geçerek Rab’be geliyoruz. Ama sonuçta hepimizin yaptığı bilinmeyene, emin olamadığımıza teslim olmaktır. İman bu. Adım attığımızda gözle göremediğimiz birinin bizi tutacağı ümidi ile kendimizi ‘güven’ boşluğuna bırakıyoruz. Ve orada sadakatle bizi tutan bir Tanrı ile tanışıyoruz.

Bu dünyanın standartlarında teslimiyet her şeyi kaybetmek, bir esaret, bir küçük düşme, bir onur yitirmedir. Kulluk, köleliktir. 

Halbuki Rab’be teslim olduğumuzda bizi özgür kılan, bize sonsuzluğu ve evreni veren bir Tanrı çıkıyor karşımıza. Tanrı’nın işleri şaşırtıcı ve hamdolsun ki O’nun yolları bizim yollarımız gibi değil! 

Nitekim Eski Ahit’de Tanrı’ya kulluktan bahsederken Yeni Ahit’e geldiğimizde İsa, “Artık size kul demiyorum. Çünkü kul efendisinin ne yaptığını bilmez. Size dost dedim. Çünkü Babamdan bütün işittiklerimi size bildirdim” diyor (Yuhanna 15:15).

İsa gibi olmaya kendimizi teslim ediyoruz. Bunun olabilmesi için Tanrı’nın Kutsal Ruh’una teslim oluyoruz. Değişmeye, yenilenmeye teslim oluyoruz. Sonsuzca var olan Tanrı’nın egemenliğine, o değerler ve yapıya teslim oluyoruz. Adalete, doğruluğa, sevgiye, merhamete, lütufa, iyiliğe teslim oluyoruz. 

Bunlara teslim olmak ister veya istemeyebilirsiniz, her konumda Rab sevgisiyle size merhamet etsin; ama ben ve ev halkım Rab’be teslimiz (Yeşu 24:15). 

ÇERKES TAVUĞU DEYİNCE TAVUK ÇERKES Mİ OLUYOR?

Blog adı salatalı olunca yemekli benzetmeler otomatik artıyor. 😉 

“Ne saçmalıyor, tavuğun milleti olur mu?” diyeceksiniz. 

İyi de bizler Hristiyan ülkesi, Müslüman milleti. Türkler Müslümandır, İtalyanlar Hristiyandır, Tayland Budisttir vs. diye damgalar vurmuyor muyuz?

Ben kimsenin mezara pasaportu veya nüfus cüzdanı ile koyulduğunu görmedim. Siz gördünüz mü? 

Öbür tarafta meleklerin “memleket nire?” diye sorduğunu da hiç sanmıyorum. 

Bazen espiri için ‘cennette Türk köşesinde kesin kebap olur’ filan deyip güleriz; ama Mesih’te olanlar için yeryüzünde bile “Bu yenilikte Grek ve Yahudi, sünnetli ve sünnetsiz, barbar, İskit, köle ve özgür ayrımı yoktur” (Koloseliler 3:11) diyen Tanrı’nın sonsuzlukta o ayrımları yapmayacağı ortada. 

Tanrı’nın önünde Çerkes değil herkes tavuk! (veya koyun) 😬

Bir keresinde İstanbul’da ‘inanç ve düşünce özgürlüğü’ konulu bir toplantıda “bir Türkün başka bir dini inanca sahip olma hakkı var mı?” diye sormuştum (Anayasa’ya göre var). Çıt çıkmadı, ta ki birisi “o bambaşka bir konu” deyip sorudan başka yönlere kaçana dek. Yani mantıksız olsa da tavuk Çerkez olmak zorundaymış tutumu var ülkemizde; ve de bir çok toplumda (bir Rum Ortodoks, bir İtalyan Katolik mi olmak zorunda…?).

Bildiğim kadarıyla tüm dinlerde imanı yargılayacak olan Tanrıdır. Bir insanın bu dünyada insanlarca yargılanması bireylere ve topluma karşı sorumlulukları ile ilgilidir, ruhunun ebedi konumu ile ilgili değil. 

Ben Kürt, Arap, Hintli vb. olabilirdim (ten rengim Norveçli demeye el vermiyor), ama Türküm. Annem babam Türktü ve Müslümandılar. Ama ben İsevi olmayı seçtim ve doğru ya da yanlış hesabını Tanrı’ya vereceğim çünkü bu seçim O’nu ilgilendirir. Ben ülkemi, halkımı reddetmedim, tersine ülkemi ve halkımı seviyorum (her yaptıklarını olmasa da), ülkem ve halkım için iyi olanları yapmaya çalışıyorum. Aynı zamanda İsa Mesih’e iman ediyorum ve O’nu yürekten izlemeye çalışıyorum. Çok rahatça iddia edebilirim ki İsa’ya imanım beni daha da iyi bir vatandaş yaptı. 

İnancımdan dolayı dışlandım, eleştirildim, tehdit ve hakaretlere maruz kaldım; bir çoğunuz gibi. Bazılarınız kesinlikle benden daha kötülerini yaşadı. Sonuçta kısacası sizleri şununla teşvik etmek istiyorum:

İnsan korkusuna karşı dikkat ediniz, korkuya esir düşmeyiniz. Kör cesarete de gerek yok. Rab yol gösterir. Şunu yalnız unutmayınız: canımızın hesabını Tanrı’ya vereceğiz ve sırf bugünlerimize odaklanıp, Tanrıyla sevgi içinde yaşamayı ve sonsuzluğu satmaya yönelmek akılsızlığın uç noktasıdır. 

TANRI’YI SEVMEK NEYE BENZİYOR? – 2

Bir önceki paylaşımda değindiğim 1. Yuhanna 5: 2-3 ayetlerinde şu yazılıydı: “Tanrıyı sevip buyruklarını yerine getirmekle, Tanrının çocuklarını sevdiğimizi anlarız. Tanrıyı sevmek Onun buyruklarını yerine getirmek demektir. Onun buyrukları da ağır değildir.”

Bunun ardından gelen doğal soru (ister gerçekten bilmek için, ister konuyu yokuşa sürmek için olsun) “O’nun buyrukları ne?” oluyor. 

Burada ‘on-emir’e dönebilir ya da tüm Kutsal Kitabı tarayıp uzun bir liste çıkarabiliriz isterseniz….. 

Ama işin zor tarafı hayatta her şey siyah beyaz değil, hatta belki çoğu değildir. Her şeyi ‘siyah-beyaz’ iddia eden dini yasacılar bile gri alanları çözmek için rafları yasaları ve yasakları yorumlamak için kitaplarla dolduruyorlar. Hayatta karşılaştığımız durumlar çok kez karmaşıktır ve bu nedenle de “kaş yapalım derken göz çıkarma” olasıları ile hep karşı karşıya kalıyoruz. Sürekli neyin ne olduğunu ayırt etmeye ihtiyacımız oluyor.  

Nitekim “O’nun buyrukları ne?” sorusu bizi Blog’un anasayfasındaki ayete geri götürüyor: “Bu çağın gidişine uymayın; bunun yerine, Tanrının iyi, beğenilir ve yetkin isteğinin ne olduğunu ayırt edebilmek için düşüncenizin yenilenmesiyle değişin.” (Rom. 12:2)

Doğal insan ve içinde yaşadığımız toplumlar bizleri belli şekillerde düşünmeye kilitlemiş durumda (tabii bunda dünyada egemen olan ruhsal güçlerin payı büyük). Bu düşüncelerimiz için de Tanrı açıkça “Benim düşüncelerim sizin düşünceleriniz değil” diyor (Yeşaya 55:8). 

Sonuç:  Büyük olasılıkla bu çağın, dünyanın gidişinden, adaletsizlik ve kötülüklerinden hoşnut değilsiniz. İmanınızın nedenlerinden biri belki budur. Tüm bunlara karşı çözümün Rab’de, çarmıhında olduğunu gördünüz, iman ettiniz. Haklısınız da. 

AMA iman, bizim halk usulü ‘doktor bey bir iğne yap hepsi geçsin’ değildir.  Ne de ‘ay ne hoş iman ettim, hadi hayırlısı’ ile bitmiyor! Tam tersine başlıyor.

‘İsa Mesih’e iman ettim’ diyorsak o eski düşüncelerimizin, hayata, insanlara bakışımızın yenilenmesi, değişmesi gerek; zira artık Tanrı’nın iyi, beğenilir ve yetkin isteğinin ne olduğunu ayırt edebilmeye ihtiyacımız var.

Tanrı’yı sevmek sizin düşüncelerinizde değişmenizle bağlantılıdır (ve dolayısıyla da eylemlerinizin değişmesiyle). 

TANRI’YI SEVMEK NEYE BENZİYOR? – 1

1. Yuhanna 4:20-21 “Tanrıyı seviyorum” deyip de kardeşinden nefret eden yalancıdır. Çünkü gördüğü kardeşini sevmeyen, görmediği Tanrıyı sevemez. “Tanrı’yı seven kardeşini de sevsin” diyen buyruğu Mesih’ten aldık.

1. Yuhanna 5:1-3  “İsanın Mesih olduğuna inanan herkes Tanrıdan doğmuştur. Babayı seven Ondan doğmuş olanı da sever. Tanrıyı sevip buyruklarını yerine getirmekle, Tanrının çocuklarını sevdiğimizi anlarız. Tanrıyı sevmek Onun buyruklarını yerine getirmek demektir. Onun buyrukları da ağır değildir.”

Hah şimdi ayvayı yedik!  Tanrı’yı sevmek dönüp dolaşıp insan ilişkilerimize dönüyor gibi.

İyi de sanırım hepimizin sorunu insanlar zaten. Gözetmenlik yaparken bana “kilise nasıl?” diye sorduklarında bazen sözde şaka ile “insanlar olmasa çok iyi” diye yanıt verirdim – ve tabii sonra tövbe etmek zorunda kalırdım 😉 . Bizleri yoran, yıpratan, bezdiren, öfkelendiren, kıran, yaralayan neredeyse hep insanlar değil mi? Bu ‘sevmek işi’ imkansız gözüküyor.

Peki önce iman kardeşlerimi/komşumu/insanları mı sevmem gerek yoksa önce Tanrı’yı mı? Yani komşumu sevdiğimi eylemlerle kanıtladıktan sonra mı Tanrı’yı sevmeye geçebilirim? Bu “önce tavuk sonra yumurta mı, yoksa önce yumurta sonra tavuk mu gelir” gibi bir çıkmaza benziyor. Ama sanırım değil.

Yukarıdaki vb. bir çok ayetin bize esasen söylediği sanırım şu: 

“İnsanlara yaklaşımın, davranışın, senin Tanrı’ya sevginin yansımasıdır.”  

İkisi aslında birlikte işliyor, ayrı değil zira sonuçta yüreklerimizi yansıtıyor. Tanrı’yı sevmek (ıssız bir adada tek insan değilseniz) köşenize çekilip sırf kitap okuyup dua etmekle olmuyor (bunlar ne denli iyi ve gerekli olsa da).

“İnsanları sevmek yürek ister, yürek de insanları sevebilmek için Tanrı’yı ister.”  

İşin güzel tarafı Tanrı yüreklerimizde yer almayı sevinçle arzuluyor, nitekim Kutsal Ruh’unu bizlerle bunun için paylaşıyor. 

Yani ayvayı yemedik! 

Tanrı’yı sevebilirim, somut bir ümidim var çünkü Tanrı bu sevgi için gerekli olanları bana sağlıyor. İstek ve işbirliği kısmı ise bana kalıyor – her gün, her ay, her yıl.

NEDEN İMAN EDİYORSUNUZ? – 2

Topluma, ailelerine, hayatlarına isyan edip inanan veya “ay kilisedeki insanlar çok iyiydi, ortamı beğendim” diye inandığını söyleyen çok kişi gördüm. Bu yanlış bir şey mi? İlk adım, giriş noktası olarak ‘hayır’ ama sonra değişmesi gerek. Tanrı’yı sevmeye dönüşmesi gerek. Unutmayalım ki Tanrı’nın birincil beklentisi bu (Markos 12:29-31).

Tanrı ile ilişkimiz sevgi üzerine kurulu; bu ilişki öfkemiz, isyanlarımız, keyfimiz üzerinden yürüyemez. Rab bize sevgi ile yaklaşıyorsa bizim de O’na sevgi ile yaklaşmamızı istiyor. İman yaşantımız sevgi ve güvenme üzerine kurulu – ve tabii bizler pek güvenilir olmadığımız için de Tanrı açısından bol lütuf gösterme üzerine.

Sonuçta hangi neden ile yola çıktıysak çıktık. Ama bu yol anlam taşıyıp etkin olacaksa ve de bu yoldaki zorlukları aşıp yolu esenlikle bitireceksek imanımızın nedeni “Tanrı’yı ve yollarını sevmek” olmak zorunda, olmaya yönelmelidir.

Bir benzetme gerekirse: Roket fırlatıldı ama hedefe ulaşması için doğru yörüngeye oturması gerekir, bunun için de ek ateşlemeler ile yörünge ayarları yapılır.  

Bunu lütfen düşününün, yüreğinizi tartın. Hatta yıllar içinde nedenlerinizi arada bir ziyaret edin zira zamanla, yaşamın getirdikleriyle doğru yörünge için tekrar ayar gerekebilir.

Eğer öfke, isyan, çıkar vb bir nedenle adım atıysak, ya da zaman içinde motivasyonumuz saptıysa belki şöyle dua edebiliriz: “Rab, …………… nedenlerle iman ettim, bunlar sağlıklı nedenler değildi beni bağışla. Ama sen yine de bana lütuf edip fırsat verdin. Artık bundan böyle Seni izleme amacım ‘Sen Rabbimi tüm yüreğim, canım, aklım ve gücümle sevmek’ olsun diye beni lütfen yüreğimde ve düşüncelerimde yenile.”    

NEDEN İMAN EDİYORSUNUZ? – 1

Neden iman ediyorsunuz? 

Hayır, İsa’nın tek yol, gerçek, yaşam olması, kurtarıcı olması vb. nedenlerden bahsetmiyorum. 

SİZ neden iman ediyorsunuz, neden inanıyorsunuz?” 

Amacınız, arzunuz, motivasyonunuz ne?

Ölüm korkusu mu?

Günahlarınızdan kurtulmak için mi?

Doğruluğa acıkıp susadığınız için mi?

Eski inanç ya da inançsızlığınızdan soğuduğunuz için mi?

Hayatın anlamını keşfetmek için mi?

Tanrı’yı tanıma arzusu mu?

Topluma veya ailenize öfkenizden mi?

Neden? 

Hiç düşündünüz mü nedenini? 

Düşünmenizi önermek isterim, zira Tanrı yürekleri bilen Tanrı ise siz de kendi yüreğinizi bilseniz iyi olur. Bazen yanlış amaçlarla yola çıkabiliriz, ancak bu amaçlarla uzun yol katedemeyiz, en azından iyi meyveler vermez. Tanrı farkında ama siz değilseniz ilişkiyi yanlış zemin üzerine kurmaya çalışıyor olabilirsiniz.

Bunu bir kaç gün düşünün lütfen ve neden(ler)inizi dürüstçe tartın.

Bir sonraki paylaşımda konuya açıklık getireceğim.