ASLINDA SÖYLENECEK ÇOK ŞEY YOKMUŞ!

Yıllar içinde çok sayıda kitap okudum ya da taradım. Genç yaşlarda okuduklarımın listesini tutmuştum ama 2-3 yıl sonra vazgeçtim. Yok öyle kitap kurdu değilim, hızlı da okuyamam ama hep yanımda okumakta olduğum kitaplar vardır. 

1970’ler ve 80’lerde ülkemizde Protestan çevrede Kutsal Kitap dışında neredeyse hiç kitap yoktu, ne yerel ne de çevrilmiş. Bir elin beş parmağını geçmezdi (Katolik ve Ortodoks çevreleri bilemem, eminim onların bu topraklarda uzun tarihleri nedeniyle vardır). Kesin bilmiyorum ama şimdi herhalde %95’den fazlası çeviri olan 2000’e yakın başlık vardır. Pek okumayan bir kitle için abartı, hele çoğu kitap benzer konular etrafında dönüp durunca. Üstelik ne yazık ki yıllarca ücretsiz dağıtımla değerleri bir kat daha düşüp depolarda çürüyen kitaplar.

Yanlış anlamayın, okumak çok iyi, önemli ve teşvik edilmeli. Bazı kitaplar okuyanlarına çok şey katmıştır. Bazıları ise yulaf ezmesi dolu bir havuzda yüzmeye çalışmak gibi! Yıllar geçtikçe insan daha seçici oluyor, özellikle bu bilgi bombardımanı çağında. 

Bu dünyada, özellikle din çevrelerinde, herkesin söylecek, yorumlayacak  bir şeyi var (bu blog gibi ;). Hele bir de ABD gibi endüstriyel boyutlara varan din alanları ve binlerce ilahiyat (İncil) okulu olan ülkelerde. Özellikle Protestan kilise tarihine baktığımızda bölünmeler (ve kilise binası çoğalması), çoğu kez, birilerinin biraz farklı bir şey düşünüp gururla savunmasından kaynaklanıyor (ruhsal boyutu olmayan para ve ünvan çıkarlarını saymazsak). Anadolu’nun ünlü “okumakla adam olunmaz” deyiminin “okumakla ruhsal olunmaz” türevini kanıtlarcasına.

Bir sürü laf ve tantana sonunda insanoğlunun aynı yerlerde dönüp durduğunu keşfediyoruz. Bakıyorsunuz bin yıl önce yazılmış bir kitap, ‘ay bunu duymamıştım’ diye yorumladığınız yeni çıkan bir kitapla aynı şeyi söylüyor. “Güneşin altında yeni bir şey yok” (Vaiz 1:9) ve madem bu benim blogum benim de gördüğüm şu:  

“Her insan sevmek ve sevilmek istiyor – bu denli basit”

Bu “sevgi” gerçeği kilise içindeki ve dışındaki herkes için geçerli. Bu yapı ile yaratıldık ve bu yapımızın hem nedeni hem de sonucu olarak da karşımızda sevgi olan bir Tanrı çıkıyor. Konuştuklarımız, yazdıklarımız bu “sevgi” ruhuna, anlayışına odaklı değilse boş. “Amaan takmışsın sevgiye” diyebilirsiniz. Takan ben değilim Tanrı. Buyurun:  

İnsanların ve meleklerin diliyle konuşsam, ama sevgim olmasa, ses çıkaran bakırdan ya da çınlayan zilden farkım kalmaz. Peygamberlikte bulunabilsem, bütün sırları bilsem, her bilgiye sahip olsam, dağları yerinden oynatacak kadar büyük imanım olsa, ama sevgim olmasa, bir hiçim. Varımı yoğumu sadaka olarak dağıtsam, bedenimi yakılmak üzere teslim etsem, ama sevgim olmasa, bunun bana hiçbir yararı olmaz.” 1. Kor. 13:1-3

İncil’deki bu sözlerin ışığında ben de şöyle bir benzetmeyi sunayım: “Sabah akşam vaaz versem, kitaplar yazıp bloglar, siteler üretsem, kiliseler ve hizmetler kursam ama sevgim olmazsa yanlış yönlere boşa kürek çekmiş yorgun bir zavallı olurum.”  Aslında bu ‘boşa kürek çekmek’ tam doğru değil zira Tanrı’nın lütfuna sınır koyamam, bize rağmen başkalarında işleyebilecek bir Rabbimiz var.

Kilise Tanrı’nın sevgisi ve bu sevginin sunusu üzerine kuruludur. Bu nedenle kendisini kanıtlama peşinde koşan ve kuru doktrinlere adayan kişiler olmayalım. Olanlardan da sakının, ya da en azından o kişileri ve öğretişlerini (sözlü veya yazılı) “sevgi” testinden geçirin. Sizi sevgiye götüren ve sizi sevmeye yönlendiren bir ruh yoksa oradan hızla uzaklaşın. Boş, hatta tehlikeli detaylara takılmayın. Yüreğinde Tanrı tarafından sevildiğini kavrayan ve komşularını sevmeyi seçen kişi için eli boş kalan bir hiç olma, sözleri boşa çınlayan bir zil olma tehlikesi yoktur.