BİZ KİME GİDELİM?

Hiç inancınızdan vazgeçmek, pes etmek istediniz mi? Hangi nedenden olursa olsun. Belki soğudunuz, belki hayal kırıklıkları, bazılarının ikiyüzlülüğü, sorunlarınızın yığılması. Belki dünyadaki haksızlıklar, adaletsizlikler, başta olmaması gerekenlerin işin, ailenin, ülkenin, kilisenin başında olması; çocukların, kadınların, yoksulların sürekli ezilmesi, istismarı. Belki imanınıza aldığınız tepkiler, belki sırf hayatın yorgunluğu. Belki de yanıtsız kalan dualar, işittiğinizi sandığınız yanılgılar, ve belki Tanrı’nın sessizliği. Vazgeçme isteğine götürebilecek neden çok.

Bu paylaşımın başlığı Yuhanna 6: 67-69’dan alıntıdır. İsa’nın çetin ve anlaması güç sözlerinden sonra birçok öğrencisinin onu izlemeyi bırakması üzerine İsa onikilere “siz de mi ayrılmak istiyorsunuz” diye soruyor. Bunun üzerine Simun Petrus “Rab, biz kime gidelim?” diye yanıt veriyor ve ardından, anladığınca, kalma nedenlerini söylüyor: “Sonsuz yaşamın sözleri sendedir. İman ediyor ve biliyoruz ki, sen Tanrı’nın Kutsalı’sın.

Yukarıdaki ‘belki’lerin bir kaçını yaşamış olabilirsiniz, ya da garanti veririm yaşayacaksınız. Ben yaşadım, yaşıyorum. Ama o “ben kime gideyim” sorusuna gelince gidecek başkası, daha iyisini bulamadım, hayal bile edemedim. Kilise ya da yaşam tarzından pes edip köşeme çekilmek cazip gelmiştir, gelebiliyor; ama Rab’den başka yere gitmek cazip gelmedi, hiç olmadı, olamadı. 

Tanrı’nın İsa ile planı: Tanrı beden alıp gelecek, bir de üstüne çarmıhta ölecek, dirilecek – akıllara saçmalık. Ama bir o kadar da muhteşem. Hayallerimize bile giremeyecek kadar inanılmaz bir plan. İnanılması gerekilen inanılmaz plan

İnanılması ile Tanrı ile tanışıp yaşamaya kapı açan ve sonsuzluğa anlam katan inanılmaz plan. Dargınlık ve isyanlarımız karşısında vazgeçmeyen lütufkar plan. Kafaları ve yürekleri en yoğun sislerde kaybolan biz ‘şaşkın’ çocukların, Tanrı’nın eteğine tutunarak yürümeye devam etmesini sağlayan ümit planı. Bizi bir yere ve çok iyi bir yere götüren büyük sevgi planı.

Evlerimize insanlar çeşitli nedenlerle gelir, hastalık ya da bir sebepten ayıp olmasın diye gelenler; ev ve siz hakkında meraklarını gidermek için gelenler; bir işleri düştüğü için gelenler vs.. Bir de sizi sevdikleri, sizinle olmak istedikleri için gelenler, yani sizin için gelenler var. İsa bu son grupta.

İmmanuel, Tanrı bizimle. İnsanlığın ‘Tanrı varsa nerede?’ haykırışına yanıt. Ancak gelip bizimle olması bile istenmedi. Tanrı Sözü, İsa, beden alıp doğmadan önce bile dışlandı. Meryem’in hamileliği saklanmak zorundaydı, piç damgasını yemeye ramak kalmıştı ve doğması için bir ev, bir han, bir oda bile verilmedi. 

İnsanoğlu çok acımasız. Hatta bir kadın için hem zor hem de olağan üstü olan hamilelik ve doğumda bile. Nice genç kız hamile diye evden kovuluyor, kürtaja veya bir sokakta doğum yapmaya itiliyor. Bazıları erkek doğurmadı diye hor görülüyor, bazılarının bebekleri öldü denilerek satılıyor. Böyle bir dünyaya Tanrı bebek olarak gelme cesaretini gösterdi. Nasıl bir plan, nasıl bir sevgi bu?

Biz kime gidelim?

Biz, her şeyi göze alıp bize bizim için gelene gidelim. 

İsa’nın gelişi/doğuşu kutlamanız kutlu ve esenlik dolu olsun, evleriniz ve hayatlarınız O’nun hoş kokusu ile dolsun.

“SALDIM ÇAYIRA KUTSAL RUH KAYIRA”

Pavlus sizce ‘kontrol hastası’ mıydı? 

Çok mektup yazdığı, çok öğretiş verdiği için ‘kontrol hastası’ mıydı? 

Sanmıyorum, aslında buna fırsatı bile yoktu zira genelde hep uzaklardaydı. Malum ilk kilise döneminde bir İnanlı telefona sarılıp “Pavlus abi, şöyle bir durum var” diyemiyordu. Veya internetten “Eski Ahit’de Mesih ile ilgili ayetler hangileri?”, “Covid zamanında el koyup dua edebilir miyim?” diye araştırma yapma imkanı yoktu. Bırakın bunları bir mektup yazsan, yazma biliyorsan, cevabı belki 2-3 ay sonra gelecekti (yani bugünkü PTT standartları) 😉 – hele bir de kış aylarında gemiler Akdeniz’e açılamıyorsa 3-4 ay sonra! 

Pavlus ve diğer önderler, uzaktaki topluluklara bir iki mektup yazarak öğretmek, teşvik etmek, ayar vermek dışında, geride bıraktıkları yepyeni İnanlıları Rab’e teslim etmek zorundaydı. Kutsal Ruh’a ve o insanların yüreklerine güveniyor, onları düşüncelerinde, dualarında taşıyorlardı. Bu aslında bizler için de geçerli.

Geçmiş yıllardan aldığım derslerden biri de şu: “insanları siz taşıyamazsınız”! Ne denli zorlukları aşıp Rab ile yürümelerini arzulasanız da siz taşıyamazsınız. Rab ile yürümek, yürümemek, yalpalamak vs onların kararı, onların seçimidir. “Her koyun kendi bacağından asılır” hiç de boş bir deyim değil. Kişiler kendi seçimlerini yapar, kendi kararlarını verirler.

Tabii ki kimseye yardım etmeyelim demiyorum. Ancak nasıl 5 yaşına gelmiş bir çocuğun peşinden bir kaşık pilavı yesin diye koşulmazsa, bu da öyle bir şey. (Bu arada kaşıkla koşanlar gördüm! Koşuyorsanız problem sizde, çocukta değil). Mesele kim gerçekten bebek, kim sırf kaprisli; kimin gerçekten yardıma gereksinimi var kim miskin, isteksiz; kim dezavantajlı kim sırf çıkarcı vs.? Bunları ayırt etmeye ihtiyacımız var. ‘Ruhları ayırt etme’ biraz da böyle bir şey.

Yuhanna 8:1-11’da anlatılanları, İsa’nın zinada yakalanan kadına yaklaşımını anımsıyor musunuz? 11. ayette şunlar yazılı: İsa kadına “Ben de seni yargılamıyorum” dedi. “Git, artık bundan sonra günah işleme!” 

Ardından da “hadi kızım sana bir iş, eş, ev bulalım da günah işlemeyesin” dedi.

Yok, öyle bir şey demedi.

İsa taşlamayı başlamadan durdurarak kadına merhametini, sevgisini göstermişti ve ardından “Git, artık bundan sonra günah işleme” derken de saygısını gösteriyordu. Yani kadına “bu senin seçimin, doğru olanı sen biliyorsun ve yapabilirsin, zor da olsa sana güveniyorum, sen ölümün kenarından döndüğün bu şeylerden daha iyilerine layıksın, düştüğün noktayı aşabilecek birisin, yeterki iste, içtenlikle iste” diyordu.

Mesele de bu ‘içtenlikle istemek’. Tanrı’nın en yüce emrinde “tüm yüreğin, ruhun, aklın ve gücünle sev” derken zaten buna işaret etmiyor mu? İnsanlar içtenlikle istemiyorlarsa bizim taşımamız ruhsal anlamda bir işe yaramaz. Ne Tanrı’nın işine yarar, ne de o insanın. Taşırsak Tanrı bize kızacak mı? Sanmıyorum, iyi niyetimizi de anlar, ama sanırım yorgunluğumuza ve hayal kırıklıklarımıza üzülür, akılsızlığımıza şaşar. Bir bakıma zinada yakalan kadına seslenişine benzer bir seslenişle “yükleri ağır olanlar bana gelin – benim boyunduruğumu takın” derken O’nunla hikmetle yürümeye çağırır.   

Bir keresinde iki kişi kilisemize 2-3 hafta geldikten sonra “bir şey sorabilir miyiz” diye bana yaklaştılar. “Buyurun” demem üzerine “Almanya’ya vize almamıza aracı olmanız için daha ne kadar gelmemiz gerek?” diye sordular. İlk affaladım, üstelik mavi gözlü, sarışın hele hiç de 1.90 filan da değilim! “Öyle bir durum yok, bizler de Almanya’ya gitmek istersek konsolosluğa normal yollardan müracaat ederiz” deyip “Tanrı ile yürümek istiyorsanız, sizinle beraber yürümenize yardımcı olmaya çalışırız ama onun dışında bir şey yapamayız” diye ekledim. “Ha o zaman yok, sağolun” deyip gittiler. Bir daha kendilerini görmedim.

‘Ne ayıp, ne saçmalık’ diyebilirsiniz ama ben onlar için şükrettim zira en azından ve en baştan dürüst davrandılar. İkiyüzlü değildiler.

Bir çoğumuz ve özellikle bir çok önder ‘insanlar biz olmada yapamaz’ gibi düşünüp davranır. Farkında olsak da olmasak da bu gururdur, kendini beğenmişliktir. Kiliselerde de dahil insanlar üzerinde kontrol kurmaya kalkan çok kişi var dünyada. Ancak kiliseye baktığımızda şunu unutmayalım: insanlar Rab’e ve kiliseye gönüllü gelir ve isterlerse de gönüllü giderler, bizim malımız değildirler. İnsanlarla yürümek başkadır, kontrol etmek başkadır. Bizler onlarla yürümek için çağrıldık. Öğretmek, yön göstermek, gözetmek ile kontrol etmek çok farklı şeylerdir.  

Bu yazı belki daha çok gözetmenler, öğretmenlik yapanlar için gibi gelebilir ama aslında hepimiz hayatlarımızda başkalarına bir şekilde yardımcı olduğumuza göre hepimizi ilgilendirir. Kontrol hastasıysanız tövbe edin ve kontrolcü olmayı bırakın!

Rab insanları harcama peşinde değil, hepimizin O’nunla yürümeyi başarmasını çok arzuluyor. Aynı ilk kilisede, elinde yazılı bir İncil olmayan, putperestlikten gelen, dünyaya bambaşka gözlerle bakan İnanlılar gibi bugün iman eden kişiyi de elinde tutacak olan Kutsal Ruh’tur, siz, ben değil. Bir kez daha Tanrı’nın bizlere Kutsal Ruh’unu vermekteki hikmetini, sevgisini görüyoruz. İnanın kişi istekli ise, ister çayıra salıverilsin, ister çöle Rab ile yürüyebilecektir zira Kutsal Ruh kayıra.

“MORDAN VAZGEÇMEK”

İncil’in kaleme alındığı dönemlerde mor renkli giysiler çok özel ve çok pahalıydı. Sadece zengin ve güçlü olanlar, sadece asillerce giyilebilirdi. Bunu giyebilme yarışı vardı. Güç ve gururun simgesi. Ama kiliselerde ise önder olan, hizmet edenlerden mordan vazgeçip ‘köle özünü almış’ bir Mesih’in alçakgönüllülüğüne bürünmeleri isteniyordu. 

Tarih boyunca ve bugün, ülkemiz de dahil, morun cazibesine tutulmuş kilise önderleri ve üyeleri vardır, ve olacaktır. Davranışları kilisenin kendilerine ait olduğu şeklindeki temel anlayışı gösterir ve kiliseyi kendilerine onur ve konum kazanma aracı olarak kullanırlar. Bu önderlik anlayışı Kutsal Kitap’ın öğretişi ve örneklerinden değil, kendi kültürlerinden gelmektedir. Kutsal Yazılar’daki değerler ve prensipler üzerine kurulmayan önderlik rakam açısından başarıya ulaştırabilir ama yaşamların ve toplumların değişimini gören ruhsal yaşama ortam sağlayamaz.

Yukarıdaki iki paragraf yeni çıkan bir kitaptan alıntılar ve özetlerdir. Julyan Lidstone tarafından yazılan “MORDAN VAZGEÇMEK”. Bu kitabı her İnanlı’nın, özellikle önderlerin ve kilise hizmetlerinde olan veya bunlara soyunanların mutlaka okumaları gerekir. Mutlaka, zira bu kilisenin ve de bireyin sağlığı için çok önemli noktaları kapsıyor. Anadolu’daki kilisenin ilerideki sağlığı bu kitapta ele alınanlara bağlı diyebilirim. Sırf teori ve teoloji üzerine kurulu değil, Julyan kardeş ve ailesi uzun yıllar Türkiye’de yaşamış, pratik deneyimlerle bunları gözlemlemiş birisi.

Evet kısacası bu bir reklam, ama ciddi bir reklam:

“MORDAN VAZGEÇMEK”   yazar: Julyan Lidstone

Perakende alım için link: 

https://www.babil.com/mordan-vazgecmek-kitabi-julyan-lidstone

Toptan alım için:  Anadolu Ofset, İsa Karataş – isa.karatas@gmail.com

Kitabın İngilizcesi:  “GIVE UP THE PURPLE”  Julyan Lidstone ISBN 978-1-78368-681-0

“ÖLÜMÜ DE DÜŞÜNMEK, KONUŞMAK GEREK – 2”

25 yıl kadar önceydi, İzmir’deki İlahiyat Fakültesinden bir öğrenci bir tez çalışması için benimle konuşmaya geldi. Konusu “Tek Tanrılı İnançlarda Cenaze Gelenekleri”. Bana Türkiye’deki Protestan Kiliselerindeki cenaze gelenek ve uygulamalarını sordu. Ben hafiften bir güldüm, şaşırdı “Ama bu ciddi bir konu” dedi. “Tabii anlıyorum” dedim, “ama bizim henüz cenaze geleneklerimiz yok zira daha kimse ölmedi!”

O tarihte ülkede Protestan kilise sayısı azdı; Ermeni ve Süryani kardeşlerin 1840’lardan beri var olan toplulukları dışında ölümlerle yüzleşenimiz yoktu! O delikanlı tezine ne yazdı bilmiyorum ama herhalde daha deneyimli birilerini bulup sormuştur. İleriki yıllarda tabii ki ölümler oldu, cenaze ve anma törenleri yaptık. Gerçek şu ki İnanlı olmak bu dünyadan göçmemizi engellemiyor. Doğrusu iyi ki de engellemiyor zira adaletsizlik ve kötülüğün bu denli egemen olduğu bir dünyada sonsuza dek yaşamak ne çekilir ne de istenir!

İlk bölümü şu soru ile bitirmiştik: “O zaman neden bu denli korkuyoruz?”

Yıllar içinde ölüm karşısında esenlikle duran kardeşlerle karşılaştım ama korkan bir çok kardeşle de karşılaştım. Belki ölüm korkusu içinde yaşayan toplumlarda büyümenin getirdiği anlayış ve duygular iman etmekle pat diye değişmiyor. Bu blogun ana teması olan “düşüncelerinizin yenilenmesi ile değişin” otomatik değil. Bu yenilenme ölüme bakışımızı da içeriyor, içermeli. İseviysek bakışımız İsa’nın bakışı ile aynı olmalıdır. 

Kanımca İncil’de ölümle ve İsa’nın neden gelip ölümü yendiğiyle ilgili en net ayetler İbraniler 2:11-15. “Çünkü hepsi – kutsal kılan da kutsal kılınanlar da – aynı Babadandır. Bunun içindir ki, İsa onlara ‘kardeşlerim’ demekten utanmıyor.”Adını kardeşlerime duyuracağım, Topluluğun ortasında Seni ilahilerle öveceğim” diyor. Yine, “Ben Ona güveneceğim” ve yine, “İşte ben ve Tanrı’nın bana verdiği çocuklar” diyor.  Bu çocuklar etten ve kandan oldukları için İsa, ölüm gücüne sahip olanı, yani İblisi, ölüm aracılığıyla etkisiz kılmak üzere onlarla aynı insan yapısını aldı. Bunu, ölüm korkusu yüzünden yaşamları boyunca köle olanların hepsini özgür kılmak için yaptı.” 

Evet ölüm, sevdiğimiz, özleyeceğimiz kişilerin bizden aniden alınmasının derin acısının kaynağıdır. Bebeklerin, çocukların, gençlerin, geride yetimler bırakan anne babaların zamansız ölümleri acılarımızı katlıyor, dayanılmaz yapıyor. Ağır acılar AMA “son” değil. Belki ‘züğürt tesellisi’ diyeceksiniz ama İsa züğürtler için geldi! Teselli ümitten doğar. Peki ya ümit boş değilse ve gerçekleşirse? İman ettiğimiz Tanrı boş vaatler vermiyorsa ümit ettiğimiz şey gerçekleşecek ve o endişeli ümit sevince dönüşecektir. 

Tahmin ediyorum ki büyük bir kısmınızın aklında “peki yitirdiklerimizi görecek miyiz” sorusu doğuyor. Yani dolayısıyla da “kim kurtulup Tanrı’nın Egemenliğinde olacak” sorusu – bu konuyu yakın zamanda ele almaya çalışacağım. 

İsa ölümden hiçbir zaman bir son, toprak altına ya da bir kaya arkasına konma (veya denizlere gömülme, ateşte kül olma) olarak bahsetmez. İsa hep gerçekçidir ve iki gerçeği birden ele alır. Hem fiziksel olan bu dünyanın bize nasıl göründüğünü bilir, hem de perdenin arkasında bizlerin görmediği, göremediği ebedi ruhsal gerçekleri bilir. Tanrı’nın Egemenliğinin sonsuz olduğunun esenliği ile dolu ama yine de fiziksel dünyanın ‘bitişi’ endişesiyle hüzünlü olduğumuzu derinden anlıyor. Yuhanna 11. Bölüm bunu açıkça gösteriyor, lütfen dikkatle okuyun. 

Lazar “öldü” dediklerinde İsa ruhsal gerçeği vurgulayıp “uyuyor” der. Öğrencileri “ha o zaman uyuyorsa iyileşecek” deyip her zamanki kavrama tökezlemesini yaşarken İsa bu kez fiziksel gerçeği vurgulamak zorunda kalıp “Lazar öldü” der. 33. Ayette “Meryem’in ve onunla gelen Yahudilerin ağladığını gören İsa’nın ruhunu hüzün kapladı, yüreği sızladı” ve 38. Ayette de “İsa yine derinden hüzünlenerek mezara vardı” yazıyor. Derin hüzünü, dirilteceğini bildiği Lazar’ın ölümü için değildi. Meryem, Marta ve diğerlerinin acısı içindi. Ölümün yarattığı kayıp, hüzün, korku ve “inşallah” seviyesindeki bir dindarlığın ümitsizliği karşısındaki hüzündü. “Ah keşke bir anlasanız ölüm etkisiz kılınmak üzere” hüzünüydü (malum o noktada İsa’nın çarmıhta ölümü ve dirilişi gerçekleşmemişti). 

Bugün Rab bizlere net bir şekilde “korkmayın, ölüm korkusundan özgür olun çünkü ben bu dünyayı yendim” diyor. Unutmayalım ölüm bu dünyaya ait, Tanrı’nın egemenliğinde ölüm yok. Tanrı insanı ölüm için yaratmadı, ne de ölüme terk etmek için. İçiniz rahat olsun, ölüm son değil. Rab bizleri ölüm korkusundan özgür olmaya davet ediyor zira bunları “ ölüm korkusu yüzünden yaşamları boyunca köle olanların hepsini özgür kılmak için yaptı.” 

Kardeşler, umudu olmayan öbür insanlar gibi kederlenmemeniz için, gözlerini yaşama kapamış olanlar konusunda bilgisiz kalmanızı istemiyoruz. İsa’nın ölüp dirildiğine inanıyoruz. Aynı şekilde Tanrı, İsa’ya bağlı olarak gözlerini yaşama kapamış olanları da O’nunla birlikte geri getirecektir.…. Böylece sonsuza dek Rab ile birlikte olacağız.” (1. Selanikliler 4:13-15 ve 17b)

Her şeyde olduğu gibi ‘ölüm korkusu’ konusunda da düşüncelerimizde yenilenmeye sizi davet etmek istiyorum. Rabbin yaptıklarını kavramak ve ‘korkudan özgür’ kılındığınızı keşfederek esenlik içinde yaşamak için lütfen dua edin. Göksel Babanız korkularınızın ve acılarınızın farkında ve emin olun sizi asla ölüme terk etmedi, etmeyecek. O yaşamın kaynağı ve siz O’nun çocuğusunuz.

“ÖLÜMÜ DE DÜŞÜNMEK, KONUŞMAK GEREK – 1”

Kiliselerde mecbur kalmadıkça, ya da İsa’nın ölümü yenmesi konusu dışında, pek ölümle ilgili vaaz duymazsınız. Soğuk bir konu, ne denli “sonsuz yaşama kavuştuk” diyebilsek de üzen ve ürküten bir konu. Ama sonuçta her insan bu dünyaya doğar ve her insan bu dünyadan göçer.

Bu zamanlarda ölümle yüz yüze çok geldiğimiz bir dönemdeyiz: İster aylarca süren ve sürecek gibi gözüken Covid-19 ile, ister saniyeler içinde binaları yerle bir eden İzmir depremi ile. Toplumda şaşkınlık, hüzün, acı, endişe ve korku var. Ve tabii ki sevdiklerinin kaybı ile yürekleri parçalananlar var. 

Hayatımda ilk kez değil ama son haftalarda ölümün keskinliği karşısında söyleyecek söz bulamadığım kayıplarla yüzleştim. Bir tarafta tanımadığım kişilerin İzmir depreminde çocuklarını, tüm ailelerini kaybetmesi, bir diğer taraftan da tanıdığım kişilerin farklı acıları. Eşini yıllar önce kaybedip yalnız başına yetiştirdiği tek çocuğunu, 18’ine daha yeni basmış biricik oğlunu trafik kazasında kaybeden, yapayalnız kalan bir anne. Ve yıllar önce bir çocuklarını genç yaşta kaybettiklerini ancak tanıklıklarını okuyunca keşfettiğim, her gün bu acıyla yaşayan bir aile. Bunlar yazılarda geçen hikayeler değil, rakamlar değil, gerçek hayatlar Ateş düştüğü yeri yakıyor, darmadağın ediyor.

Yalnız kalan anne İnanlı değil, aile ise İnanlı. Farkeder mi? Hayır – ikisi de evlat kaybı, yüreği yakan korkunç bir ateş. 

Fark eder mi? Evet – verilen bir vaade tutunmanın getirdiği ümit ve teselli farkı.

Şu vaatleri bilmek ve bunlara tutunmanın farkını düşünün:  “Ateşin içinde yürürken yanmayacaksın, alevler seni yakmayacak.” Yeşaya 43:2

“Karanlık ölüm vadisinden geçsem bile, kötülükten korkmam. Çünkü sen benimlesin.” Mezmur 23:4

“İsa ona, “Diriliş ve yaşam Benim” dedi. “Bana iman eden kişi ölse de yaşayacaktır. Yaşayan ve bana iman eden asla ölmeyecek. Buna iman ediyor musun?” Yuhanna 11:25-26

Ölüm son değil. Bunu biliyor musunuz? Buna inanıyor musunuz?

Ölüm son olsaydı İsa’nın gelmesine gerek yoktu, Kutsal Kitap’a gerek yoktu. İman ve ümit saçmalık olurdu. 1. Korintliler 15:13-19’da şu sözler çok açık:

“Ölüler dirilmezse, Mesih de dirilmemiştir. Mesih dirilmemişse, bildirimiz de imanınız da boştur. Bu durumda Tanrıyla ilgili tanıklığımız da yalan demektir. Çünkü Tanrının, Mesih’i dirilttiğine tanıklık ettik. Ama ölüler gerçekten dirilmezse, Tanrı Mesih’i de diriltmemiştir. Ölüler dirilmezse, Mesih de dirilmemiştir. Mesih dirilmemişse imanınız yararsızdır, siz de hâlâ günahlarınızın içindesiniz. Buna göre Mesih’e ait olarak ölmüş olanlar da mahvolmuşlardır. Eğer yalnız bu yaşam için Mesih’e umut bağlamışsak, herkesten çok acınacak durumdayız.

O zaman neden bu denli korkuyoruz? 

AMA YAPACAK ÇOK ŞEY VAR

Sevgi – evet yine oradayız 😉 – deyince bir kavram, elle tutulmaz bir duygu, bir hayal, bir aşk masalı gibi geliyor insanlara. Ama aslında bir eylem, hatta bir çok eylem. Şarkılardaki gibi “seni uzaktan sevmek” ya da “hadi sev beni, sev beni, sev beni” değil! Çok güzel duygular coşkular içerse de Hollywood değil, Arabesk değil. Sevgi eylemlerden oluşur, eylem doludur.  

Nitekim iki önceki paylaşımda (“Aslında Söylenecek Çok Şey Yokmuş”) değindiğimiz 1. Korintliler 13 sevgiyi bir çok eylem ve bilgiden üstün kılarak başlasa da, bu sözlerin hemen ardından 4. ayetten itibaren sevginin o ünlü pratik eylemlerini listeliyor – sabır, şefkat vs.. 

İnsanoğlu ilişki için yaratıldığı an eylem için de yaratılmış oldu. Zira ilişki eylemsiz olamaz. İster bu bir söz olsun, ister bir gülümseme, bir kucaklaşma, bir yemek yapma, birlikte yürüme vs. vs.. Üstelik bu ilişkilerimiz sırf insanlarla değil, toprakla, doğa ile. Yaratılış kitabında ilk başta, her şey ‘çok iyi’ iken, insanın içinde yaşadığı bahçe ve hatta tüm yaratılış yönetmesi ve işlemesi için ona verildi (Yaratılış 1:26-31; 2:15). Yani en baştan yapacak çok şey var.

İnsanlar (ve dinler) genelde birbirini ve başarıları eylemleri ile tarttığı için, İsevi öğretişlerimizde kurtuluşun eylemlerimizle değil Tanrı’nın lütfu ile geldiğini vurgulamaya yoğun bir çaba vardır. Bu öğretişe harcanan haklı vurgu, öbür taraftan çok kez yaptıklarımızı geri plana atma tehlikesini yaratır. Halbuki eylemler imanın göstergesidir, önemsiz değildirler. 

Yakup 2. bölümde ele alınan ve bir karmaşa gibi görünen, ‘imanla aklanma – eylemsiz iman – imanla eylem’ terimleri aslında o denli karmaşık değildir.  Yakup 2:18’de dediği gibi “Hadi bakalım (bu benden) eylemlerin olmadan sen bana imanını göster!” Eminim şu tür sözleri bir çok kez duymuşsunuzdur: “ben Rabbi çok seviyorum”, “kardeşler sizi çok seviyorum”. Güzel iddia, büyük iddia. Eh hadi bakalım eylemlerini görüp seninle sevinip seni örnek almayı ümitle bekliyoruz!

Malum laf salatası bol bir ülkede, bir dünyadayız. Çok kez de bir şeyler yapmamak için bir sürü bahanemiz oluyor: “zamanım yok, param yok, benim derdim bana yeter, içine kapanık insanım, kendime güvenmiyorum, başkalarına güvenmiyorum, görevli olanlar yapsın; ve en dürüstü – canım istemiyor!”  

Tüm bunlara ilaç bir çok ayet verebilirim, ama eminim siz de bunları biliyor ya da bulabilirsiniz. Kısacası:

Uyanık kalın, imanda dimdik durun, mert ve güçlü olun. Her şeyi sevgiyle YAPIN (eylem).” (1. Kor.16:13-14)

Yapacak, yapabilecek çok şey var, her gün, her konumda. Rahibe Teresa’nın sevdiğim güzel bir sözü ile bitirelim: 

“Hepimiz büyük işler yapamayız ama hepimiz büyük sevgiyle küçük işler yapabiliriz.”

GÖZLERİMİ DAĞLARA KALDIRIYORUM

Yılını hatırlamıyorum ama Fransa’nın doğusunda Alpler’e yakın bir yerde kalıyorduk. Arabayla bir kaç yeri ziyaretten sonra bir yamaçtaki park alanına girdik, 200m kadar ağaçlıklar arasında yürüdük. Ağaçlar aralandı ve aniden karşımızdan Alp dağlarının bir bölümü inanılmaz ihtişamları ile önümüzdeydi. Dura kaldım, boğazım düğümlendi, gözlerimden bir kaç damla süzüldü. Utandım ve özür diledim. Günlerdir ne olduklarını bile hatırlamadığım bir şeyler için Tanrı’ya yakınıyor, O’na akıl veriyordum. Karşıma çıkan inanılmaz görkem ve güzellik beni yerime koymuştu. Utandım, özür diledim ve sonra tüm bunları yaratanın Tanrım ve Babam olduğu için şükrettim. Hayranlığın getirdiği ağırlıkla sakinleşmiş olan bir yürekle bakakaldım.

O günden değil ama yine de Alpler – başka bir zaman, başka bir yer.

Gözlerimi ayaklarımın dibinden dağlara, denizlere, yıldızlar, ağaçlara, çiçeklere, hayvanlara, böceklere, tüm yaratılışa kaldırdığımda yardımımın nereden geldiğini hatırlıyor, görüyorum (Mezmur 121). Ümidim tazeleniyor. Tüm bu akıl almaz muhteşemliği var eden, bir ot yaprağını bile yaratamayan bana, bize armağan ediyorsa, bizimle paylaşıyorsa bir değerimiz, bir amacımız ve bir ümidimiz var.

Bizleri boğan şehirlerde bile gözlerimizi kaldıracak noktalar var. Size Rabbi hatırlatacak ‘dağları’ bulun, ihtiyacınız olacaktır.

ASLINDA SÖYLENECEK ÇOK ŞEY YOKMUŞ!

Yıllar içinde çok sayıda kitap okudum ya da taradım. Genç yaşlarda okuduklarımın listesini tutmuştum ama 2-3 yıl sonra vazgeçtim. Yok öyle kitap kurdu değilim, hızlı da okuyamam ama hep yanımda okumakta olduğum kitaplar vardır. 

1970’ler ve 80’lerde ülkemizde Protestan çevrede Kutsal Kitap dışında neredeyse hiç kitap yoktu, ne yerel ne de çevrilmiş. Bir elin beş parmağını geçmezdi (Katolik ve Ortodoks çevreleri bilemem, eminim onların bu topraklarda uzun tarihleri nedeniyle vardır). Kesin bilmiyorum ama şimdi herhalde %95’den fazlası çeviri olan 2000’e yakın başlık vardır. Pek okumayan bir kitle için abartı, hele çoğu kitap benzer konular etrafında dönüp durunca. Üstelik ne yazık ki yıllarca ücretsiz dağıtımla değerleri bir kat daha düşüp depolarda çürüyen kitaplar.

Yanlış anlamayın, okumak çok iyi, önemli ve teşvik edilmeli. Bazı kitaplar okuyanlarına çok şey katmıştır. Bazıları ise yulaf ezmesi dolu bir havuzda yüzmeye çalışmak gibi! Yıllar geçtikçe insan daha seçici oluyor, özellikle bu bilgi bombardımanı çağında. 

Bu dünyada, özellikle din çevrelerinde, herkesin söylecek, yorumlayacak  bir şeyi var (bu blog gibi ;). Hele bir de ABD gibi endüstriyel boyutlara varan din alanları ve binlerce ilahiyat (İncil) okulu olan ülkelerde. Özellikle Protestan kilise tarihine baktığımızda bölünmeler (ve kilise binası çoğalması), çoğu kez, birilerinin biraz farklı bir şey düşünüp gururla savunmasından kaynaklanıyor (ruhsal boyutu olmayan para ve ünvan çıkarlarını saymazsak). Anadolu’nun ünlü “okumakla adam olunmaz” deyiminin “okumakla ruhsal olunmaz” türevini kanıtlarcasına.

Bir sürü laf ve tantana sonunda insanoğlunun aynı yerlerde dönüp durduğunu keşfediyoruz. Bakıyorsunuz bin yıl önce yazılmış bir kitap, ‘ay bunu duymamıştım’ diye yorumladığınız yeni çıkan bir kitapla aynı şeyi söylüyor. “Güneşin altında yeni bir şey yok” (Vaiz 1:9) ve madem bu benim blogum benim de gördüğüm şu:  

“Her insan sevmek ve sevilmek istiyor – bu denli basit”

Bu “sevgi” gerçeği kilise içindeki ve dışındaki herkes için geçerli. Bu yapı ile yaratıldık ve bu yapımızın hem nedeni hem de sonucu olarak da karşımızda sevgi olan bir Tanrı çıkıyor. Konuştuklarımız, yazdıklarımız bu “sevgi” ruhuna, anlayışına odaklı değilse boş. “Amaan takmışsın sevgiye” diyebilirsiniz. Takan ben değilim Tanrı. Buyurun:  

İnsanların ve meleklerin diliyle konuşsam, ama sevgim olmasa, ses çıkaran bakırdan ya da çınlayan zilden farkım kalmaz. Peygamberlikte bulunabilsem, bütün sırları bilsem, her bilgiye sahip olsam, dağları yerinden oynatacak kadar büyük imanım olsa, ama sevgim olmasa, bir hiçim. Varımı yoğumu sadaka olarak dağıtsam, bedenimi yakılmak üzere teslim etsem, ama sevgim olmasa, bunun bana hiçbir yararı olmaz.” 1. Kor. 13:1-3

İncil’deki bu sözlerin ışığında ben de şöyle bir benzetmeyi sunayım: “Sabah akşam vaaz versem, kitaplar yazıp bloglar, siteler üretsem, kiliseler ve hizmetler kursam ama sevgim olmazsa yanlış yönlere boşa kürek çekmiş yorgun bir zavallı olurum.”  Aslında bu ‘boşa kürek çekmek’ tam doğru değil zira Tanrı’nın lütfuna sınır koyamam, bize rağmen başkalarında işleyebilecek bir Rabbimiz var.

Kilise Tanrı’nın sevgisi ve bu sevginin sunusu üzerine kuruludur. Bu nedenle kendisini kanıtlama peşinde koşan ve kuru doktrinlere adayan kişiler olmayalım. Olanlardan da sakının, ya da en azından o kişileri ve öğretişlerini (sözlü veya yazılı) “sevgi” testinden geçirin. Sizi sevgiye götüren ve sizi sevmeye yönlendiren bir ruh yoksa oradan hızla uzaklaşın. Boş, hatta tehlikeli detaylara takılmayın. Yüreğinde Tanrı tarafından sevildiğini kavrayan ve komşularını sevmeyi seçen kişi için eli boş kalan bir hiç olma, sözleri boşa çınlayan bir zil olma tehlikesi yoktur. 

SİZE VERİLENLER İLE NE YAPACAKSINIZ?

Malum yıllardır toplumda sağlıkla ilgili ana konulardan biri aşırı kilolar ve obezite. Yemek yemeyi severiz, hele bir de beleş ise ve sofra iyi donatılmışsa götür babam götür. Ama sonuç kof şişmanlık. Bunun değil başkasına faydası olması bize bile faydası olmuyor. ‘Ağzımıza layık’ diye başlayan bir şey kötüye, zarara dönüşüyor.

Sofra dostluk, muhabbet ortamıdır ve Tanrı’nın da sunduğu sofralar var: 

Yuhanna 6:35 – İsa, “Yaşam ekmeği Benim. Bana gelen asla acıkmaz, bana iman eden hiçbir zaman susamaz” dedi.

Vahiy 3:20 – “İşte kapıda durmuş, kapıyı çalıyorum. Biri sesimi işitir ve kapıyı açarsa, onun yanına gireceğim; ben onunla, o da benimle, birlikte yemek yiyeceğiz.”

Bir insan niye yer? Acıktığı için, yapacaklarını sürdürebilecek enerjiyi almak için; hadi sosyal olmak içini de ekleyelim, ya da sıkıntıdan veya sırf oburluktan ama sonuçta yiyebileceğinin bir sınırı vardır. Kişi biraz olsun sağlıklıysa nihayetinde sofradan kalkar bir şeyler yapar, o enerjiyi iyi veya kötü kullanır.

Ruhsal yaşantımızda da obezite var, ya da dipsiz iştahlar diyelim. “Hep bana hep bana”lar. Aç veya öksüz olanların çoğu bir sofraya ilk kezler oturduğunda her şeyi yemeye hatta ceplerine, torbalara doldurmaya çalıştığı görülür, açgöz olduklarından değil, bir daha bulamama ve kendilerinden alınacağı korkusu ile. Ama yukarıda Yuhanna 6’da okuduğumuz gibi Rab’bin sağladıkları acıkmayı susamayı kaldırıyor. Sevgisi, ilgisi doyurucu. Yaralarımızı saracak, bakışımızı değiştirebilecek ve bize enerji katacak güçte. Rab’bin sevgi, dostluk sofrası hep orada, sürekli orada oturmak gerekmiyor. 

Peki o zaman arada kalktığımızda ne yapacağız, bize verilenleri nasıl değerlendireceğiz? Aldığımız sevgiyi ne yapacağız, aldığımız merhameti, lütfu, adaleti ne yapacağız? Yakmadığımız katı, sıvı besinler nasıl yağ yaparsa ruhsal/duygusal yağlanmaya da uğrar mıyız?

Rab insanların, kiliselerde olanlar dahil, “yağlanma” sorunları ile boğuştuğunu biliyordu. Yuhanna 6:36-37 – İsa şöyle yanıt verdi: “Size doğrusunu söyleyeyim, doğaüstü belirtiler gördüğünüz için değil, ekmeklerden yiyip doyduğunuz için beni arıyorsunuz. Geçici yiyecek için değil, sonsuz yaşam boyunca kalıcı yiyecek için çalışın.” 

Ruhsal yağlanma neye benzer? Gurura, bilmişliğe, oturduğun yerden yargılamaya, yakınmaya, töreci ve yasacı olmaya. Beden nasıl zararlı toksinlerle boğuşursa can da bu ve benzeri toksinlerle boğuşur. 

Kiliselerde maalesef “hep bana hep bana” diye yaşayan çok kişi olabiliyor. Belki verilen öğretişlerin hatası, belki kilise olarak yapılması gerekenlerin eksikliği. Belki insanların ihtiyaçlı olması bazılarımızın işine geliyor (özellikle hizmet edenlerin). Bize kurtarıcı statüsü kazandırtıyor. Belki ezilmiş bir toplumdan gelmenin korkularından, alışkanlıklarından kaynaklanıyor. Ama İsa’nın yapmaya geldiği bu değil. O kötürümleri ayağa kaldıran, körlerin gözlerini açan, zinada yakanlanmış hor görülenlere yeni ümit ve fırsatlar veren, yatalak olana ‘kalk yatağını al’ diyen ve sonuç olarak “kalk parla” (Yeşaya 60:1) diyendir.

Tanrı’dan aldıklarımızı kullanmaya çağrıldık, sevgi aldığımıza inanıyorsak insanlara sevgi verelim, lütuf aldığımıza inanıyorsak lütuf ile davranmayı keşfedelim, Tanrı’nın bize karşı yumuşak huylu, iyilikle davrandığını tattıysak ve bunun iyi olduğunu fark ettiysek aynı iyilikleri başkalarına tattıralım. Güzel yemek yapma armağanı olanlar başkalarının o yemeklerden tatmasından zevk alırlar. Tanrı, sevgi, merhamet, iyilik gibi kalıcı olan yiyecekleri hem kilise içinde ve hem de kilise dışında başka insanlara sunmamız için armağanlarla donattı bizleri. 

Size verilenler ile ne yapacaksınız? 

TESLİM OLDUM

İsevi olan ünlü yazar (örn. Narnia öyküleri) ve düşünür C.S. Lewis’in sevdiğim bir çok sözü var, biri de Twitter hesabımda kullandığım şu sözüdür: “Sonunda teslim oldum ve Tanrı’nın Tanrı olduğunu itiraf ettim (I gave in and admitted that God was God).” 

Şubat 1972’de bir gün bir yatağın kenarında oturmuş düşünüyordum. Son 5-6 aydır İncil’i pür dikkat okumuş, bazı İsevilerle konuşmuş, bir kaç toplantıya katılmıştım; ama aklımla yüreğim çatışma içindeydi. Bir çizginin üstünde duruyordum. Yüreğim “evet gerçek ve Tanrı burada” diyordu, aklım ise “hayır, emin olamazsın, hem sen Türksün olmaz” diyordu. O yatağın kenarında otururken göğsüme sanki birinin eli basarken içimden de bir ses soru soruyordu, “teslim oluyor musun?”. İman etmemiştim ama bir şekilde biliyordum, bu Yaradan’ın seslenişiydi. Belki bir dakika kadar sessiz geçti ve “tamam teslim oluyorum” diyebildim, sadece üç kelime. Bir saat sonra bir tren yolculuğuna çıktım, camdan doğanın çok güzel olduğu bir bölgeyi hayranlıkla izlerken “Baba her şeyi ne güzel yarattın” dediğimi hatırlıyorum. Bir saat önce Tanrı’ya ‘Baba’ diyemezdim. 

Her birimiz farklıyız ve kendimize has deneyimlerden geçerek Rab’be geliyoruz. Ama sonuçta hepimizin yaptığı bilinmeyene, emin olamadığımıza teslim olmaktır. İman bu. Adım attığımızda gözle göremediğimiz birinin bizi tutacağı ümidi ile kendimizi ‘güven’ boşluğuna bırakıyoruz. Ve orada sadakatle bizi tutan bir Tanrı ile tanışıyoruz.

Bu dünyanın standartlarında teslimiyet her şeyi kaybetmek, bir esaret, bir küçük düşme, bir onur yitirmedir. Kulluk, köleliktir. 

Halbuki Rab’be teslim olduğumuzda bizi özgür kılan, bize sonsuzluğu ve evreni veren bir Tanrı çıkıyor karşımıza. Tanrı’nın işleri şaşırtıcı ve hamdolsun ki O’nun yolları bizim yollarımız gibi değil! 

Nitekim Eski Ahit’de Tanrı’ya kulluktan bahsederken Yeni Ahit’e geldiğimizde İsa, “Artık size kul demiyorum. Çünkü kul efendisinin ne yaptığını bilmez. Size dost dedim. Çünkü Babamdan bütün işittiklerimi size bildirdim” diyor (Yuhanna 15:15).

İsa gibi olmaya kendimizi teslim ediyoruz. Bunun olabilmesi için Tanrı’nın Kutsal Ruh’una teslim oluyoruz. Değişmeye, yenilenmeye teslim oluyoruz. Sonsuzca var olan Tanrı’nın egemenliğine, o değerler ve yapıya teslim oluyoruz. Adalete, doğruluğa, sevgiye, merhamete, lütufa, iyiliğe teslim oluyoruz. 

Bunlara teslim olmak ister veya istemeyebilirsiniz, her konumda Rab sevgisiyle size merhamet etsin; ama ben ve ev halkım Rab’be teslimiz (Yeşu 24:15).