Malum yıllardır toplumda sağlıkla ilgili ana konulardan biri aşırı kilolar ve obezite. Yemek yemeyi severiz, hele bir de beleş ise ve sofra iyi donatılmışsa götür babam götür. Ama sonuç kof şişmanlık. Bunun değil başkasına faydası olması bize bile faydası olmuyor. ‘Ağzımıza layık’ diye başlayan bir şey kötüye, zarara dönüşüyor.
Sofra dostluk, muhabbet ortamıdır ve Tanrı’nın da sunduğu sofralar var:
Yuhanna 6:35 – İsa, “Yaşam ekmeği Benim. Bana gelen asla acıkmaz, bana iman eden hiçbir zaman susamaz” dedi.
Vahiy 3:20 – “İşte kapıda durmuş, kapıyı çalıyorum. Biri sesimi işitir ve kapıyı açarsa, onun yanına gireceğim; ben onunla, o da benimle, birlikte yemek yiyeceğiz.”
Bir insan niye yer? Acıktığı için, yapacaklarını sürdürebilecek enerjiyi almak için; hadi sosyal olmak içini de ekleyelim, ya da sıkıntıdan veya sırf oburluktan ama sonuçta yiyebileceğinin bir sınırı vardır. Kişi biraz olsun sağlıklıysa nihayetinde sofradan kalkar bir şeyler yapar, o enerjiyi iyi veya kötü kullanır.
Ruhsal yaşantımızda da obezite var, ya da dipsiz iştahlar diyelim. “Hep bana hep bana”lar. Aç veya öksüz olanların çoğu bir sofraya ilk kezler oturduğunda her şeyi yemeye hatta ceplerine, torbalara doldurmaya çalıştığı görülür, açgöz olduklarından değil, bir daha bulamama ve kendilerinden alınacağı korkusu ile. Ama yukarıda Yuhanna 6’da okuduğumuz gibi Rab’bin sağladıkları acıkmayı susamayı kaldırıyor. Sevgisi, ilgisi doyurucu. Yaralarımızı saracak, bakışımızı değiştirebilecek ve bize enerji katacak güçte. Rab’bin sevgi, dostluk sofrası hep orada, sürekli orada oturmak gerekmiyor.
Peki o zaman arada kalktığımızda ne yapacağız, bize verilenleri nasıl değerlendireceğiz? Aldığımız sevgiyi ne yapacağız, aldığımız merhameti, lütfu, adaleti ne yapacağız? Yakmadığımız katı, sıvı besinler nasıl yağ yaparsa ruhsal/duygusal yağlanmaya da uğrar mıyız?
Rab insanların, kiliselerde olanlar dahil, “yağlanma” sorunları ile boğuştuğunu biliyordu. Yuhanna 6:36-37 – İsa şöyle yanıt verdi: “Size doğrusunu söyleyeyim, doğaüstü belirtiler gördüğünüz için değil, ekmeklerden yiyip doyduğunuz için beni arıyorsunuz. Geçici yiyecek için değil, sonsuz yaşam boyunca kalıcı yiyecek için çalışın.”
Ruhsal yağlanma neye benzer? Gurura, bilmişliğe, oturduğun yerden yargılamaya, yakınmaya, töreci ve yasacı olmaya. Beden nasıl zararlı toksinlerle boğuşursa can da bu ve benzeri toksinlerle boğuşur.
Kiliselerde maalesef “hep bana hep bana” diye yaşayan çok kişi olabiliyor. Belki verilen öğretişlerin hatası, belki kilise olarak yapılması gerekenlerin eksikliği. Belki insanların ihtiyaçlı olması bazılarımızın işine geliyor (özellikle hizmet edenlerin). Bize kurtarıcı statüsü kazandırtıyor. Belki ezilmiş bir toplumdan gelmenin korkularından, alışkanlıklarından kaynaklanıyor. Ama İsa’nın yapmaya geldiği bu değil. O kötürümleri ayağa kaldıran, körlerin gözlerini açan, zinada yakanlanmış hor görülenlere yeni ümit ve fırsatlar veren, yatalak olana ‘kalk yatağını al’ diyen ve sonuç olarak “kalk parla” (Yeşaya 60:1) diyendir.
Tanrı’dan aldıklarımızı kullanmaya çağrıldık, sevgi aldığımıza inanıyorsak insanlara sevgi verelim, lütuf aldığımıza inanıyorsak lütuf ile davranmayı keşfedelim, Tanrı’nın bize karşı yumuşak huylu, iyilikle davrandığını tattıysak ve bunun iyi olduğunu fark ettiysek aynı iyilikleri başkalarına tattıralım. Güzel yemek yapma armağanı olanlar başkalarının o yemeklerden tatmasından zevk alırlar. Tanrı, sevgi, merhamet, iyilik gibi kalıcı olan yiyecekleri hem kilise içinde ve hem de kilise dışında başka insanlara sunmamız için armağanlarla donattı bizleri.
Size verilenler ile ne yapacaksınız?