TANRI HER ŞEYE KADİR Mİ? – 2

Bir kilisede yüksek okul sınavlarına girmiş olan bir genç ile konuşuyordum. Hedeflediği yerleri maalesef kazanamayan genç, “Rab oraları kazanmamı istemedi” diye ruhsal kasap edasıyla kesip attı. Bu gerçek miydi? Belki haklıydı ama tabii yeterince çalışmadığı ya da sınav tekniği zayıf olduğu için; ya da kapasitesi veya aldığı eğitim bu yerler için yeterli olmadığı için kazanamamış olması daha yüksek olasılıklardı.  

“Rab istedi”, “Tanrı izin verdi/vermedi”, “Her şey Tanrı’nın kontrolünde”. Bu sözleri çok işitmiş, çok okumuşuzdur. Her söylenip yazıldığında doğru mu bunlar? Dünyada ve sizin hayatınızda HER olup biten Tanrı’nın kararı mı? Lütfen okumaya devam etmeden biraz düşünün. Bu konuda düşünceniz ne?

Evet diyorsanız her güzel şey ile birlikte her savaş, her bebeğin ölümü, her sahtekarlık, her kötülük, her tecavüz, her aile trajedisi, zenginin zengin olması, yoksulun aç gezmesi, sizin hayatınızda iyi veya kötü her olup biten Tanrı’nın isteğidir diyorsunuz. Yani ‘kör kader’ anlayışına teslim olmuş, üstelik bunu Kutsal Kitap ile bağdaştırmışsınız. Nasıl yaptıysanız!?

Ama böyle düşünüyorsanız bu sırf sizin kabahatiniz değil, zira kiliselerde, yazılanlarda bazı önder veya ‘olgun’ kişilerin sözleri ve yaklaşımlarında da bunu ya da benzeri şeyler buldunuz. Gerçeği sorgulamadan baştan savıp kesip atmaları. Eh sonuçta sorgulamaya izin vermeyen ve sorgulamaktan korkup kaçan bir toplumdan geliyoruz. Sorgulamak sorumluluk getirebilir,  ya da “bilmiyorum” demekten çekindiğimiz alçakgönüllülüğü gerektirebilir.

Bilmiyoruz kardeşim, bilmiyoruz. Her olayın, her yaşanın nedenlerini bilmiyoruz. Bazılar bariz. Örneğin ‘içimi temizler’ diye çamaşır suyu içip hastanelik olursam bu benim akılsızlığım, Tanrı’nın uyarlaması değil. Ama bir çok şeyin tüm nedenlerini tam bilmiyoruz, perde arkasını bilemiyoruz. Perde arkasında erişemediğimiz, kavrayamadığımız ruhsal gerçekler de var.

Özgür irademiz olduğunu, bizim kararlarımız ve akibetlerini şimdilik bir kenara bırakalım. (Tabii bu arada her şey Tanrı’nın isteği ise özgür irade kavramı olabilir mi o da başka). Kutsal Kitap’da her şeyin Tanrı’nın isteği ve elinde olmadığını gösteren bir çok olay, bir çok ayet var. En sonda Tanrı’nın isteği, çözümü gerçekleşmeyecek demiyorum, bu anlamda Tanrı kadirdir. Ancak bu dünyada bu yapıda başka yetkili ve etkin güçler var. Başta da İblis, onun güçleri ve insanoğlu, bizler.

Konumuzla ilgili bir çok ayetten bir kaçına kısaca bakalım:

Luka 13:34 “Yeruşalim! Tavuğun civcivlerini kanatları altına topladığı gibi ben de kaç kez senin çocuklarını toplamak istedim, ama siz istemediniz.”  Yeruşalim(Kudüs) halkı istemediği için Tanrı yapmak istediğini yapamadığını söylüyor. Bu denli açık.

Yuhanna 14:30“Çünkü bu dünyanın egemeni geliyor. Onun benim üzerimde hiçbir yetkisi yoktur.”       İsa üzerinde yetkisi yoktur ama demek dünya egemeni olarak dünya üzerinde yetkisi vardır!

Yakup 4:17 “Bu nedenle, yapılması gereken iyi şeyi bilip de yapmayan, günah işlemiş olur.”  Yani Tanrı’nın gözünde yapılmaması ya da ihmal edilmemesi gereken şeyler var. O zaman Tanrı’nın her olup bitene ortak olduğunu nasıl düşünebiliriz?

Efes 6:11-12 “İblisin hilelerine karşı durabilmek için Tanrının sağladığı bütün silahları kuşanın. Çünkü savaşımız insanlara karşı değil, yönetimlere, hükümranlıklara, bu karanlık dünyanın güçlerine, kötülüğün göksel yerlerdeki ruhsal ordularına karşıdır.”  İblis, bizim savunma yapmamızı gerektiren bir şeyler yapabiliyorsa demek ki dünyadaki her olay Tanrı’nın isteği, yaptığı değildir. 

Mezmur 10:11-18 “Kötü insan içinden, ‘Tanrı unuttu’ der, ‘Örttü yüzünü, asla göremez.’ Kalk, ya RAB, kaldır elini, ey Tanrı! Mazlumları unutma!” (Gerisini siz bulup okuyun lütfen). Eğer her şey Tanrı’nın yaptığıysa, veya her işe karışıyorsa neden “kalk, mazlumları unutma” diye haykırırız.

Luka 4’de İsa’nın çölde denenmesi var ve ikinci denenmede şu sözler geçer (ay. 5-7) “İblis İsa’yı yükseklere çıkararak bir anda O’na dünyanın bütün ülkelerini gösterdi. O’na, ‘Bütün bunların yönetimini ve zenginliğini sana vereceğim’ dedi. ‘Bunlar bana teslim edildi, ben de dilediğim kişiye veririm. Bana taparsan, hepsi senin olacak.’” 

İsa İblis’e “yalancı böyle bir yetkin yok” filan demedi, “Tanrın Rab’be tapacaksın” diye yanıt verdi. İblis’in yeryüzünde yetkisinin farkındaydı. Yani İblis, özellikle de insanın işbirliği ile (ne denli farkında olmasak ya da kabullenmesek de) kendi istediklerini yapıyor. Çok kez yapmakta da başarılı oluyor. Bazen de bu ruhsal savaşta Tanrı araya giriyor, elini uzatıyor. Gelişmeler de çoğu kez insanın işbirliğine bağlı. Nitekim İncil’de bir çok yerde İblis’in hilelerine karşı uyanık olmamız ve durmamız gerektiğini yazıyor. 

Yakup 1:13 “Ayartılan kişi, ‘Tanrı beni ayartıyor’ demesin. Çünkü Tanrı kötülükle ayartılmadığı gibi kendisi de kimseyi ayartmaz.” Yoruma gerek var mı?

Tanrı elini yaratılıştan tamamen çekmiş değil. Ancak yukarıdaki örnek ayetler ve “Tanrı elini uzattı” ya da “Tanrı elini çekti” diyen bir çok ayet, her olayda O’nun parmağı olmadığını açıkça göstermiyor mu?

Kısacası anlatmak istediğim her olay Tanrı’nın isteği ya da kontrolünde değil.

Neyse bu bölüm biraz uzun oldu, sanırım toparlamak için üçüncü bir kısım gerekiyor . 

TANRI HER ŞEYE KADİR Mİ? – 1

Bir şeyi yapabilmek, o şeyi yapacağız anlamına gelmez” dersek garip karşılanmaz. Sonuçta eminim hepimiz insan halimizle bile yapabileceğimiz bir şeyi yapmamayı seçmişizdir. Örneğin bizi kızdıran birine tokat atma gücümüz vardır ama akibet veya doğruluk çekinceleri ile tokat atmamışızdır; o kişi belki bunu hak etmiş canımız da bunu yapmak istemiş olsa bile. Yani kısacası herkesin elindeki yeteneği, gücü, yetkiyi kullanıp kullanmama seçimi vardır. İster iyilik ister kötülük için olsun. Bu seçim hakkını da normal bir şey sayarız.

Ancak “bir şeyi yapabilmek ama yapamamak mümkün” dersek bu garip bir tezat olur. Hem yapabilirsin hem de yapamazsın demiş oluyoruz. İkisi de doğru olamaz. Yoksa olur mu?

Diyelim ki başka bir ülkenin sınırında piknik yapıyorsunuz ve çocuğunuz dolaşırken bir şekilde öbür ülkeye geçiyor. Sizin çocuğunuzu almak için yürüyüp geçme gücünüz, kabiliyetiniz var ama yetkililer ortaya çıkıp size engel oluyor. Geçmenize izin vermiyor ve yasal prosedürleri uygulamanız gerektiğin, bazı yetkililerin oluru ve imzası sonucu çocuğunuzu alabileceğinizi ya da iade edilebileceğini söylüyorlar. Yürüyebilmeniz, o çocuğun anne veya babası olmanız, hatta belki yanınızda pasaportunuz olsa da o an, o süreçte bir şey yapamıyorsunuz. Yapabileceğinizi yapamıyorsunuz. Sizi engelleyen bir yasa, bir yapı, bir durum var. Gücünüzü, becerinizi kullanamama veya başka bir yoldan kullanmak zorunda kalıyorsunuz.

Yeryüzünde bu geçerli ise, ruhsal alemde de böyle bir gerçek olamaz mı? 

Yaratılışın, Tanrı’nın, yani ruhsal alemin, iradesi ve yönlendirmesi ile yaratıldığına inanıyoruz. İnsan da O’nun benzerliğinde yaratıldı (KK Yaratılış 1ci ve 2ci bölümler). Bu gerçeklere göre göksel yerler yeryüzü ilkelerini değil, yeryüzü göksel ilkeleri taşır. İsyan ve günah ile bu ne denli bozulmuş olsa da. Tanrı’nın Egemenliği’nin gelişi de bu ilkeleri esas olarak yerleştirmek için gelmiştir. 

Tüm bunlar göksel yerlerde bir yapı, bir adalet, bir yasa olduğunu göstermez mi? Mantıklı değil mi? Kısacası gerçek bir ‘hukuk devleti’ var orada (‘devlet’ sözcüğü bizim kıyaslama kolaylığımız için). Baş melekten, meleklerin, göksel güçlerin Tanrı huzurunda olması vs. bir yapı ve ilkelerine işaret ediyor (Yeremya 33: 25, Efesliler 6:12. Petrus 3:22, Vahiy 7:11 vb.).

Bu ilkelere Tanrı bile uyuyor. Uymasa adil olmazdı. Hiç düşündünüz mü Tanrı neden hilekar İblis’e “çekil lan kenara” demeyip, çözümü insan bedeni alıp çarmıhta günahın bedelini ödeme noktasına gitti? Demek başka yol yoktu. İsa bile İblis için “bu dünyanın egemeni” diyor (Yuhanna 14:30). Tanrı’nın izlemek zorunda olduğu bir yol vardı.

Yapıya, göksel yasalara Tanrı bile uymak zorundaydı. Özgür irade O’nun elini kolunu bağladı. En başta yapmak istediklerini yapamadı. EVET doğru okudunuz Tanrı yapmak istediğini yapamadı zira özgür bir insan yarattı. Tanrı özgür ve yaratığı kendi benzerliğinde olacaksa insan da özgür olmalıydı. Bizim seçimlerimiz ise malum. 

Tanrı sınırdan karşıya geçen çocuğunu kurtarmak için o kurallara göre oynamak zorunda kaldı (bu kurallar göksel yerlerde tam olarak ne ise?). Kadir olan gücünü beklediğimiz gibi kullanamadı. Güçsüz kılındı, ta ki kendi koyduğu göksel yasaları yerine getirene dek. Gücü, yasaları ve ilkeleri yerine getirmekle beyan oldu. Tanrı kabadayı değil. Adalet ve doğruluk kalıcı, sonsuz olsun diye kabadayılık yapmadı!!

Bunu anladıysak, aynı yapının dünyada diğer olup bitenler için de geçerli olduğunu anlayabiliriz. Bu kavrayış da bizleri büyük bir yanılgı ve şaşkınlıktan kurtaracaktır sanırım.

2. Kısımda devam.  

UZUN ARA

Ne kadar uzun ara vermişim! Bu denli uzun olduğunu fark etmedim.

Özür dilemeliyim ama dileyemem de zira demek yazmam gelmedi. Yazmak için yazmak projesi değil. Belki başka olup bitenlere odaklanma, başkalarını, dünyayı izlerken kaybolmanın enerji tükettimi. Belki de biraz miskinlik, sorumsuzluk (başladığını yürütmeme, bitirmeme sorumsuzluğu), ha işte bu ikisi için özür dilerim, dilemeliyim. Ve tabii ikide bir ‘yazı var mı’ diye bakanlarınıza karşı düşüncesizlik. Üzgünüm. Özür dilerim.

Dün ilk kez tanıştığım biri, “çok uzun zamandır  Çoban Salatasında bir şey yazmadınız” deyince sevinip uyandım. Sevinmek, demek birileri okuyor. Uyanmak, bir dürtü – bir ‘hadi’.

Bilginiz olsun yaş iyice ilerledikçe, insan bir şeyler yapmak ve hiç bir şey yapmamak istekleri arasında gidip geliyormuş anlaşılan. Deneyimleriniz, özlemleriniz, düzeltip toparlama ümitlerinizle bir şeyler yapmak. “Beynim, bedenim yorgun, zaten herkes kendi bildiğini okumakla meşgul” ile sessiz, sakin, yazısız, sözsüz (çok konuşsanız da) köşenizde oturmak. Belki bir gün yorgunluk, ağırlık ağır basacak, ama henüz değil – sanırım. 

Öyleyse devam sevgili paydaşlar, kardeşler. 

Son yazdığımın tarihine baktım, korkunç Güneydoğu depreminden hemen sonra. Çoğumuz o bölgede bile değildik, ve tabii onu yaşamış, onunla ölmüş olanlarla zere ölçülemez ama anlaşılan deprem beni de bir yerlere fırlattı. Sanırım bir şekilde hepimizi. 

Bu arada sizler yaşamlarınızda nerelere fırlatıldınız bu zaman sürecinde? Bazılarınızda izleri, akibetleri var. Bazı yaşadıklarınızı ise hatırlamıyorsunuzdur bile. Ama Rab Tanrı sizinle. Hem vadiler, hem akarsular, hem karanlık mağaralar, hem dağlarda sizinle olduğunu; şu an olduğunuz yere kadar sizinle geldiğini hissettiniz umarım. Sonrasında da sizinle olacağını vaat ediyor ve O vadine sadık. Benim gibi uzun ara vermiyor. 😉

Tekrar Hoşbulduk!

ALLAH’IN İŞİ, İNSANLARIN İŞİ

Yürekleri parçalayan 6 Şubat depremi olalı bir hafta oluyor. Çaresizlikler, deprem bölgesinden başlayıp evlerimizin içine kadar sızdı. Nasıl dua edeceğimizi, ne düşüneceğimizi şaşırdık. Öte yandan yaşam sürüyor, sürmek zorunda. Tanrı, başta sevdiklerini yitiren binlerce insana ve hepimize merhamet etsin. Bu yaraların sarılması mucize ister. Bu mucizeler için dua ederiz.

Doğal afet dediğimiz durumlarda ‘Allah’ın işi’ deme alışkanlığı var toplumda. Anlaması zor durumlarda kolay çözüm. Bir bakıma da doğru, eğer dünyayı Tanrı’nın yarattığına inanıyorsak. Yerin sarsılması, O’nun yarattığı evrensel sistemin bir parçası. Allah’ın işi.

Ben maden mühendisliği okudum, ardından da yüksek lisans için petrol mühendisliği; hatta 4 yıl da Batman’da petrol mühendisi olarak çalıştım. Zorlanarak bitirdim ama az çok bir jeoloji bilgim var. Kesinlikle uzman değilim ama dünyanın fiziksel yapısı konusunda bir şeyler kavradım.  

Hayranlıkla karlı dağlara baktığımızda, güzel vadilerde yürüdüğümüzde, çağlayan nehirlerde bir şelale görüp heyecanlandığımızda “doğa ne güzel” diyoruz. Ama tüm bunların yer kabuğunun hareketi, yani deprem ve benzeri ‘doğal affetler’ ile oluştuğunu düşünmüyoruz ya da bilmiyoruz. Evet yeryüzündeki tüm bu yapılar böyle sarsıcı hareketlerin, gelişmelerin sonucu. Bazıları milyonlarca yıl içinde yavaş yavaş bazıları ani bir şiddetle oluştu. Deprem, fırtına, sel gibi ani, şiddetli, yıkıcı bir doğa affeti olunca da ‘Allah’ın işi’ diyoruz.  

O zaman bir problem çözmememiz gerek. Ya doğanın gerçekleri ile yaşayacağız ya da dikkate almayıp çok korkunç olabilen akibetler yaşayacağız. 

Seçim bizim, insanların işi. İnsanlar gidip bir yanardağın üzerine ev kurmuyor, ya da nehirlerin ve denizlerin ortasına, bataklıkların içine evler, kasabalar yapmıyor. Çok ender olarak yaparlarsa da oradaki güçlere uygun yapıyorlar. Yapan ya akılsızdır ya da uzmandır. 

Avrupa’da Rusya’dan sonra en büyük yüzölçümü olan ülkeyiz. Yani geniş alanlarımız varken ve tehlikeleri bilerek yerleşim planlaması yapmak çok mu zor olurdu? Bilinen bir fay hattı ve de üstelik ana bir fay hattı üzeri ve çevresinde onca bina neden yapar insan? (Bu arada depremin olduğu bu fay hattı taa Kızıl Deniz ve Mozambik’e kadar inen bir hattın parçası, evet o denli büyük bir sistemin parçası!). Hadi yapmak zorunda kaldınız, asırlardır var olan bir yerleşimi sürdürdünüz. Mevcut  bilimsel olanaklar ile bu güçlere dayanıklı, uygun binalar yapamaz mısınız? 

Bütün bunları sırf yakınmak için yazmıyorum (ama yakınıyorum da). Çocuğumuz sıcak sobaya değmesin diye soba etrafına engeller koyarız ama çocuklarımızın altında ölecek binalar yapılmasına göz yumarız! Bu Allah’ın işi mi? Bu senin benim işim değil mi?

Şöyle düşünebilir miyiz? Tanrı diyor ki, “tüm evren, yıldızlar, gezegenler vs.’nin oluşumu ve varlığı için işlemek zorunda olan etkenler var. Dünya da buna dahil. Siz insanların muhteşem bir aklı var ve vicdanlarınız da var. Bunları kullanın. Bu evrensel yapıların, kuralların içinde yaşamanın en iyi çözümlerini bularak yaşayabilecek yaratıklarsınız. Akıllı, vicdanlı olun. Doğru olanları yapın, yapabilirsiniz.” Aslında bu denli basit.

İsa, Luka 6:44-49’de (ve Matta 7:24-27) insanın işleri, sorumlulukları konusunda şu sözleri söyler: “Niçin beni ‘Ya Rab, ya Rab’ diye çağırıyorsunuz da söylediklerimi yapmıyorsunuz? Bana gelen ve sözlerimi duyup uygulayan kişinin kime benzediğini size anlatayım. Böyle bir kişi, evini yaparken toprağı kazan, derinlere inip temeli kaya üzerine atan adama benzer. Sel sularıyla kabaran ırmak o eve saldırsa da, onu sarsamaz. Çünkü ev sağlam yapılmıştır. Ama sözlerimi duyup da uygulamayan kişi, evini temel koymaksızın toprağın üzerine kuran adama benzer. Kabaran ırmak saldırınca ev hemen çöker. Evin yıkılışı da korkunç olur.”

İsa, kaya ve toprak üzerine inşa örneğini kullanırken, bu bilgilerin halk arasında zaten bilindiğini gösteriyor. Yani insanlar sağlam zeminin ne olduğunu ve ne olmadığını o zamanda da biliyordu. Yanlış uygulamaların akılsızlık olduğunu da biliyorlardı ki İsa bildikleri bir şeyden örnek veriyor. Kaya üzerine inşa etmek doğruyudu ve o doğrudan taviz vermek akılsızlık ve yıkımdı.

Eh bugün ne değişti? Yeryüzünün, zeminlerin, fayların, dere yataklarının doğal kuralları mı değişti? Belki teknoloji ile bazı ayarlamalar yapabiliyoruz ama bu temel kurallar ve doğrularda taviz verdiğimiz an onbinlerin, yüzbinlerin ölümüne, milyonların yaşamlarını mahvetmeye neden oluyoruz. Doğrudan taviz vermek sorun ve yıkım getirir, her alanda bu böyledir.

Depremleri durduramayacağız ama bunlardan kaynaklanabilecek ölümleri asgaride tutabiliriz; ve BU, insanların işi, Allah’ın değil. 

DİN TUTSAKLIKTIR  (TUTSAK ALIR)

Tam uyan bir benzetme mi emin değilim ama şahsen dinleri ‘yeryüzünden göklere merdivenler dayamaya çalışmak’ olarak görmüşümdür. “Ölümden sonra ne var” korkusu ve şaşkınlığı, uzayın bilinmezliği, yaşamın karmaşıklığı karşısında o bilinmeyene, göklere, “orada bir şeyler olabilir” diye; ayakları yerde ama üst noktası bir türlü bir yere yaslanamayan merdivenler. 

Ancak önemli olan bizlerin aşağıdan yukarı fırlattığımız, bir türlü varmayan uğraşlarımız, törelerimiz, törenlerimiz değildir. Önemli olan yukarıdan aşağıya uzatılan, sarkıtılandır. Bunun da adı ‘din’ değildir. ‘Gerçek’ dir, ‘yol’ dur, ‘yaşam’ dır ama ‘din’ değildir. 

İncil’de genelde kişlerin veya bazı halkların dininden bahsedilir. Ama Tanrı’nın dininden bir bahis yoktur. Tanrı Hristiyan değildir, Musevi değildir, Müslüman değildir, Hindu değildir, ne de başka bir din. Din biz insanların kavramıdır. Bizler hep bir tarafın kazanmasına bakarız, ister okulda, ister sporda, ister politikada vs.. Ama dinde kazanacak olan yok, ne Hinduism, ne Budizm, ne Şamanizm, ne İslam, ne Yahudilik ne Hristiyanlık, ne de Ateizm. Tek kazanacak var, o da İsa Mesih, zira “her diz çökecek ve her dil beyan edecek ki İsa Rab’dir” yazıyor (Filipililer 2:9-11). Yukarıdan gelen tek O var. Yukarıdan geldiği için de, bizleri yukarı tek götürebilecek O’dur.

Nitekim İsa Yuhanna 4:23-24’de şunları diyor: 

Ama içtenlikle tapınanların Baba’ya ruhta ve gerçekte tapınacakları saat geliyor. İşte, o saat şimdidir. Baba da kendisine böyle tapınanları arıyor. Tanrı ruhtur, O’na tapınanlar da ruhta ve gerçekte tapınmalıdırlar.“ 

Yıllar önce (ne yapalım zaman akıp gidince her şey ‘yıllar önce’ye dönüşüyor) bir arkadaşım, “Din öldürür mü?” temalı bir fotoğraf sergisi için bir kaç satır yazmamı istemişti . Yanıtım diplomatik bir ‘hem öldürür hem de öldürmez’ olmuştu ve dinin nasıl kullanıldığına göre ikisini de yapabileceğini savunmuştum. Ama sanırım o zaman yanıldım, din hep öldürür. Neden mi? Sonuçta din, ölümlü, günahlı insandan türedi. Gerçeğin unsurlarını içerse de mayasında yaralı, sorunlu insandan gelenler var. İnsanların elinde gelişir, insanlarca kullanılır; ve din, insanın dikkatini esas olandan başka yerlere çeker.

İnsanın elinde din kontrol demektir, güç demektir, öcüdür, uyuşturucudur, saraylar kurar, ordular oluşturur, haçlı seferlerine, cihadlara çıkar, katleder, yakar, insan avına, cadı avına çıkar; gururdur, yasacıdır, ezip geçer, sorgulatmaz, eleştirir ama özeleştiri yapmaz. Din hem öldürür hem de ölümdür. 

İsa, “din sizi özgür kılacak” demiyor, “gerçek sizi özgür kılacak” diyor. (Yuhanna 8:32)

İster yaratılışımız, ister şu anki çağrımız, isterse de sonsuzluk olsun, insan Tanrı ile yürümeye çağrıldı. İster ilk yaratılışta Tanrı ile aynı “bahçede yürümek” olsun (Yaratılış 2 ve 3); ister mevcut dünyanın kırık yapısı içinde “alçakgönüllülükle yolunda yürümek” olsun (Mika 6:8); ya da ister yeni yaratılışta “Tanrı onların arasında” olsun (Vahiy 21:3). Bunların hiç biri din ile ilgili değil! İlişki ile ilgili. Tanrı’yı tanımakla, Tanrı’yı sevmekle ilgili.

Dincilik, ırkçılıktan farklı değildir. “Ben Ortodoksum, Katolikim, Protestanım – Baptistim, Presbiteryenim, Karizmatiktim, Anti-karizmatikim vs.” hatta “Hristiyanım” diye katı bir taraftarlık, böbürlenme, maalesef çoğu kez bizleri ‘ırkçı’ bir dinciliğe iter. 

Yukarıdan gelenin amacı ise bizlerin Tanrı’nın çocukları olduğumuzu kavrayıp, O’nun çocukları olarak yaşamamızdır. Müjde’nin geldiğini beyan ettiği “Tanrı’nın Egemenliği”nde yaşamaya başlamaktır. 

Tanrı’nın Egemenliği geldiyse yukarıda bir yerlere merdiven dayamaya çalışmaya gerek kalmadı demektir!

Yakup 1:26-27 – “Dindar olduğunu sanıp da dilini dizginlemeyen kişi kendini aldatır. Böylesinin dindarlığı boştur. Baba Tanrı’nın gözünde temiz ve kusursuz dindarlık, kişinin sıkıntı çeken öksüzler ve dullarla ilgilenmesi ve kendini dünyanın lekelemesinden korumasıdır.”

DÜNYAYI KURTARMAK İÇİN BİR BEBEK OLARAK GELMEK MANTIKLI MI?

Tarih boyunca insanlar neredeyse her zaman ve her yerde “güçlü adamlar” tarafından yönetildi.  Toplumsal haklar ve özgürlükler yolu ile yönetilmeye çok az rastlarız, olan da çok kısa olmuştur. Demokrasi diye adlandırdığımız, haklar, özgürlükler ve bağımsız hukuk ile yönetimin biraz olsun yaygınlaşmasının topu topu 100 yılı, hadi abartalım 150 yılı vardır. İçinde bulunduğumuz bu sözde gelişmişlik döneminde bile demokrasiyi düzgün uygulayan ülke sayısı 10’u geçmez (dünyada şu ara 195 ülke var). Hatta ne acı ki bugünlerde demokratik bir haklar, özgürlükler ve hukuk yapısına karşı dünya çapında bir sorgulama, bir saldırı var. Yönetimlerin başarısızlığı, dünyanın karmaşası insanları, özgürlükleri pahasına, ürkütücü biçimde ‘güçlü adamlarda, dikte yönetimlerinde’ ümit aramaya yöneltmekte. Kandırılmaya Aden bahçesinden beri pek açığız. 

Kendini yönetmeyi bilmeyen bir halka Tanrı ‘güçlü adam’ olarak gelse kim ne derdi ki? “Aman gözünü seveyim şu dünyayı toparla, bizleri rahat ettir de ne olursa olsun” demez miydik?  Seçimlerimizi “ay kötünün kötüsü var” üzerinden yapmıyor muyuz çoğu zaman? 

Aslında Tanrı’yı anlamıyoruz. Anlamaya, araştırmaya çalışırken bile dünya standartlarını kullanıyoruz. O’nu dünyadaki devlet, kurum veya aile içindeki ‘yönetenler’ yapısı içinde görüyoruz. Tanrı bu yönetenler gibi – Tanrı onları, onlar da Tanrı’yı yansıtmaktalar sanki. AMA değil. Tanrı aynı bozuk, çürük yapı içinde değil! Çok şükür.

Nitekim “Egemenliğin gelsin” diye dua  ederken bunu bir şekilde fark ettiğimizi söylüyoruz. Matta 20:25-26’de İsa, “Bilirsiniz ki, ulusların önderleri onlara egemen kesilir, ileri gelenleri ağırlıklarını hissettirirler. Sizin aranızda böyle olmayacak” derken bambaşka bir anlayış ve yapıdan bahsettiği çok bariz. Bizim yollarımız Tanrı’nın yolları değil. Bizim çözüm yollarımız da O’nun çözüm yolları değil. 

Tanrı kötüye bir alternatif olma peşinde değil. Kötüyü yok etme işinde. İyi de bunun için bir bebek olarak gelmek mantıklı mı? ‘İnsanın günahının bedelini insanın ödemesi gerek’ tezinde gidersek bir insan olarak gelmesi gereği pek mantıksız gelmiyor ama sanırım işin pratik tarafından daha derin bir tarafı var. Tanrı’nın yüreğini kavrama tarafı. 

Bir kişiyi anlamak için bazen “o kişinin aklının içine girmek gerek” derler ya, işte bizim de Tanrı’nın aklının içine girmemiz gerek. Tabii yapamıyoruz ve yapamadığımız için de O yapıyor. İman edenlere Kutsal Ruh’unu vererek. 1. Korintliler 2:12 “Tanrı’nın bize lütfettiklerini bilelim diye, bu dünyanın ruhunu değil, Tanrı’dan gelen Ruhu aldık.

Tanrı, Tanrı olmak peşinde koşmuyor. “Ben Benim” derken (Mısır’dan Çıkış 3:14) bir şey kanıtlamak zorunda, bir referans vermek zorunda değildi zira varlığı oydu. Kimliği bir görev, bir meziyete (erdeme) bağlı değildi. Peşinde koştuğu, severek, özen ve coşku ile yarattıkları ile varlığındaki sevgi ve güzellikleri paylaşmaktı, halen de o. 

Sevgiyi gerçek anlamı ile paylaşan hükmetmek için sevgiyi paylaşmaz. Konuşurken ‘sevgi ve saygı’ dan bahsederiz; saygı bir şekilde sevgi olmadan olabilir ama gerçek sevginin içinde zaten saygı vardır ve o saygı özgürlük veren bir saygıdır. Tanrı’nın yüreğinin bizi böyle bir sevgi ile sevmekte olduğunu kavrayınca ‘güçlü/egemen adam” rolünde bir kurtarıcı olmayacağını, olamayacağını anlarız. Kral olarak değil, krallığını bırakmış bir bebek olarak gelmesi mantıksız değildir artık. 

Bebekler kadar sevgi veren ve sevgiyi çeken yoktur. Yeni yaratılışın bir bebek ile başlaması kadar doğal bir şey yok.

BUYURUN CADILAR BAYRAMINA

Hani o deyim var ya “deliye her gün bayram”, bazen de tersi insanlar delirebilmek için her şeyi bayram yapmak istiyor. Ne zararı var diyeceksiniz belki, sonuçta insanların stress atması, eğlenmesi, rahatlaması gerekiyor. Doğru ama o noktada İncil’den şu sözler akla geliyor: 

“Her şey serbest” diyorsunuz, ama her şey yararlı değildir. “Her şey serbest” diyorsunuz, ama her şey yapıcı değildir. (1. Korintliler  10:23)

Uyuşturucu, kumar, aşırı alkol, sigara vb. bağımlık yaratan şeylere kolayca ‘tabii yararlı değil, yapıcı değil’ deyip çıkabiliriz. Ancak bazı şeylerin yararsızlıkları çok belirgin değil. Arkalarında yatan ya da sinsice sizde işleyen tarafları ‘dikkat’ diye bağırmıyor. Bazı gelenekler de böyle. 

Bir şeyin kökenini ve belirli bir vadede, ister kısa ister uzun, bize etkisini düşünmemiz gerekir. 

Kötülük genelde kendini iyi kamufle eder. Bize “amaaan ne çıkar yani” dedirtir ve çok kez de “tüh” ile biter. İblis, iyiliği ya da zararsızı bozmak ve zararlı kılmakta uzmandır. Karakteri bu, sonuçta yalanın babasıdır (Yuhana 8:44). Yalan da her zaman aldatmayı, saptırmayı amaçlar.  

Cadılar Bayramı denilen aslında cadılarla ilgili değildir. Cadılaştıran bizleriz. İngilizcesi ‘Halloween’ olan bu anma zamanı, ‘Hallow’ (kutsanmış, aziz) ve ‘Eve’ (gecesi, arifesi) sözlerinden türer. Bazı tarihçiler  bu kutlamanın esas kökünün Keltlere ait pagan bir hasat festivalinden geldiğini, bazıları da 8. yy civarı Avrupa kiliselerinde ölmüş ‘azizleri’ anma günü olarak başladığını belirtir. Hatta kilisenin insanları pagan festivallerinden uzaklaştırmak için bu özel günlere Hristiyan temalı kutlamalar koyduğu görüşleri de mantıksız değildir.

İster eski çağlarda olsun ister bugün, tarıma dayalı toplumlarda hasat çok önemlidir. Hasat kötü ise toplum açlık ve sefalet ile boğuşacaktır. Bu nedenle hasat için sevinmek, şükretmek, kutlamak son derece normal. Bunun paganlıkla ilgisi yok, bir ürün elde etme, yaşamı sürdürme sevinci var. İnancın ne olursa olsun ‘sağlayana’ şükran içerir. Tabii o noktada şükran ile kutlama tarzının yol ayrımına geliriz. Anma ve kutlama çocukları kurban etme ya da sarhoş olup şiddet ve tecavüz içerecekse şükran değil kötülük kazanmıştır. Kutlama serbesttir hatta gereklidir ama her kutlama yararlı ve yapıcı değildir.   

Benzer bir durum yakında kutlayacağımız Noel yani Doğuş Bayramı için de geçerlidir. Yani neden 25 Aralık konusu (bu konuda araştırma yapmayı size bırakıyorum). İsa’nın doğumu kesinlikle kutlanmaya değer ama tarihini tam olarak bilmiyoruz, 25 Aralık ya da 7 Ocak için kanıtlar yok. Bugün artık milyonlarca insan 25 Aralığı İsa’nın doğumu olarak değil sadece bir eğlence, bir festival olarak, ailece toplanmak, hediyeler alıp vermek için kutluyor. Tüccarlar için de para kazanmanın odak noktası. Bugün batının takvimi iki döneme odaklı, Noel ve yaz tatili, en çok para harcanan iki tüketim dağı. 

İnsanoğlu, İblis’in yardımıyla, her şeyin cılkını çıkarma huyunu kullanarak bu anmaları başka yönlere çekmiştir. Özellikle de “para yapma” hastalığının had safhalara ulaştığı 20. ve 21.  yüzyılda bu anmalar (bir diğeri de Sevgililer Günü) tüm dünyaya pazarlanmıştır. İlgisi, inancı olan olmayan herkes para harcasın da nasıl harcarsa harcasın. Hatta bu hafta Güney Kore’de kutlamalarda ezilerek ölen yüzlerce genci kurban etme pahasına. Belli ki çocuklarımızı kurban etmek için pagan olmak şart değil. 

Lütfen düşünerek yaşayalım ve unutmayalım: “Her şey serbest” diyebiliriz, ama her şey yararlı değil. “Her şey serbest” diyebiliriz, ama her şey yapıcı değildir.  

BAHÇELERİ NEDEN SEVERİM?

Bir Bahçe

Düşünebiliyor musunuz, bu resimdeki ve benzeri binler, yüzbinlerce bahçe ile dolu bir ülke? Hatta her evin arkasında, çevresinde. Mümkün mü? Tabii ki mümkün. Sonuçta fotoğraftaki bir başka ülkede bir evin bahçesi, öyle milyarderlerin filan da değil. Seçim o ülkedeki insanların seçimi, beton mu bahçe mi?

İçimde her zaman bir bahçe özlemi var ama şu ana dek yaşamımın neredeyse tümü, ülkemizdeki çoğu kişi gibi bahçesiz beton yığınları arasında geçti. Nasıl istemez ki insan doğanın güzelliğini, getirdiği esenliği, getirdiği ümidi.

Halbuki Tanrı ilk yaratılışta insanı yarattığında o insanlar için bir bahçe dikip onları o bahçenin içine koydu. Tanrı sevgi ve sevinçle yarattıkları için bir bahçe “dikti”. Anlaşılan sadece ‘ol’ dedi ile olmadı. “Dikti – yetiştirdi”, uğraştı. İçinde güzellik bulacakları, yaşayabilecekleri bir yer yarattı, bundan zevk aldı.

RAB Tanrı doğuda, Aden’de bir bahçe dikti. Yarattığı Adem’i oraya koydu. Bahçede iyi meyve veren türlü türlü güzel ağaç yetiştirdi.(Yaratılış 2:8-9)

Ve biz betonu seçtik!!!

Belki bendeki o bahçeye geri dönebilmek özlemidir. Sanırım bir çoğumuzda da aynı özlem var. Adem ve Havva bahçeden atıldıktan sonra eminim tek istekleri geri dönmekti. İyi Yaratan ve güzel yaratılanlar ile tekrar birlikte olabilmek. Ah o boş pişmanlıklar. 

Ama iyi Tanrı dünyada doğruların da eğrilin de üzerine yağmurunu yağdırırken (Matta 5:45) bahçelerle ve tüm yaratılışla kim olduğunu, bizi nereye götürmek istediğini hatırlatıyor. 

İsa çarmıhtan hemen önce bahçede dua ederken, bu bahçede kalabilmek için değil o bahçede olması gereken bizler için kanlı terler döküyordu. Bizler halen uyurken. 

Bahçenin serinliğinde uyumak yerine betonlara sarılıp boğucu havasızlıklarını tercih ediyoruz. Para ve güç getiren betonu, sevgi ve esenlik getiren bahçeye tercih ediyoruz. İsa’nın öğrencisiyim deyip güç ve para peşinde koşanlar betoncudur, bahçeleri sevmezler. Bahçeyi sevmeyen, bahçeye dönmeyi neden bekler ki. 

Ama ben geçici bir süre de olsa resimdeki bahçede çapaladım, çabaladım; İsa’nın bahçe kapısını ebedi olarak açtığını ve o muhteşem bahçeye geri dönüşün olacağının esenliği ile.

ÜRKEK

ÜRKEK
Zekai Tanyar     02 Mayıs 2022 

Sabah olmasını istemiyorum.
Gün güneşle ağarsa da istemiyorum.
Yeni hüzünler, taze dertler uzak olsun.
Gözlerim yastıkta dünyaya kapalı,
Uykudan uyanmak istemiyorum.

Ümitsizlik kokusu,
Çaresizlik korkusu,
Acı çekenlerin “neden” sorusu,
Yanıtsızlığın yorgunluğu,
Yorganın altında kaçış uykusu.

Bıkmadan geri gelen sabahtan
Yorgun olan nereye kaçar?
Gözyaşı dinmeyen kadın,
İyi haber beklemekten bitkin adam,
Ümidi yeniden nasıl tadar?

Seninleyim – gerçekten mi?
Benimsin – sahi mi?
Yendim – inanayım mı?
Ümidinim – kesin mi?
Yol, gerçek yaşamım – iman edeyim mi?
Dirildim!

Demek dirilmeye değer bir şey var!
Hadi tut ürkek elimi seninle geleyim.

EN ÖNEMLİ MEVSİM

Biliyorum mevsim Doğuş/Noel mevsimi, yıl sonu ve Yeni Yıl mevsimi ama bunlardan bahseden çoktur bu ara zaten, ben başka bir mevsimden bahsedeceğim. 

Metro vagonunda karşı çaprazıma oturan genç adam sırt çantasını çıkarıp ayaklarının önüne koydu. Sırt çantası gezginlerinkinden. Hani uyku tulumu, yolculuk ve belki kamp için neler gerekli ise onlarla doldurulan tipten. Bu gencinki de dolu ama kim bilir nelerle, belki sadece öğrenci hayatının hepsi ile. Acaba aklından neler geçiyor, hangi kararların aşamasında? Düşüncelerim taaa 1970’li yıllara dönüyor, hala evde duran benzer sırt çantama, yadigar ama yıllardır kullanmadığım, modası geçmiş, kanvas kumaştan yapılı olana. 

Ben de sırt çantamla dolaşırken kim bilir neler düşünmüştüm? O anlarda benim için önemli olan, kafamı kurcalayan neler vardı? O an büyük olasılıkla önemliydiler, en azından o an için. Ama çoğunu hatırlamıyorum. O anlarda, o zamanlarda bizim için çok önemli olanları nasıl hatırlamayız, nasıl uçup gider o anılar? Ama gidiyorlar, gittiler. Sizi bilemem ama benim için öyle. Belki hatırlamak gerekmiyor, belki böylesi daha iyi. Her şeyi bir ‘belek’e yüklemek gerekli değil, her şeyi bir ‘bulut’a depolamak sağlıklı değil. 20 yıl önce bir öğlen yemeğinde ne yediğimizi hatırlamanın ne gereği var? Ama ya güzel bir sözü, paylaşımı? Yok kardeşim yok işte, benim gri hücreler çoğuna ulaşamıyor!

Ama hatırlamıyorum demek etkileri kalmadı demek değil. Hepsinin hayatımda yeri ve etkisi var; ister büyük ister küçük ama etkisi olmuştur.

Her şeyin bir yeri ve zamanı var. “Her şeyin mevsimi, göklerin altındaki her olayın zamanı vardır.” (Vaiz 1:1). Eski Ahit’deki Vaiz akıllı adammış – ya da en azından Tanrı’nın ona gösterdiği gerçekleri iyi aktardı. Ama her mevsimin, her olayın az ya da çok bir akıbeti var. Öyleyse “onun zamanı o zamandı” deyip bırakabilir miyiz? Çoğumuz için çocukluğumuzdan bir çok şey bu günümüzü etkilemiyor mu? Kişilerle konuştuğumuz, onlarla dua ettiğimizde ortaya çıkanların büyük çoğunluğu yaşamların ilk 15-20 yılı içindedir. Her şeyin mevsimi, her olayın zamanı olabilir ama akibeti sürüp gider. 

Prusya Kralı Kayser 2. Wilhelm bebekliğinde felç olan sol kolu için yıllar süren acı dolu ilkel tedavi çabalarına, çok baskıcı bir aile ve eğitime maruz kalmasaydı büyük olasılıkla milyonlarca ölüme neden olan, dünyayı altüst edip bugün halen akibetlerini yaşadığımız 1. Dünya Savaşı olmazdı. Babası ile sürekli çatışmalar yaşamış olan Hitler gençliğinde Viyana’da kaç kez girmeye çalıştığı Sanat Akademisine girebilseydi 2. Dünya savaşı, soykırım kampları olmayacak, milyonlarca insan ölmeyecekti. Ah keşke o okul Hitleri kabul edip herif iyi kötü ressam olsaydı! 

Bir kişinin gelişiminin büyük kitleleri, hatta tüm dünyayı nasıl etkilediğinin nice örnekleri var. Olumlu örnekler de var tabii. Örneğin hemşireliğin kurucusu olarak bilinen Florence Nightingale. Sevgi ve düzenin bulunduğu bir ailede büyümek ve babasının kadınların eğitimine önem vermesi, farklı ülke ve kültürleri tanıtması, Florence’ın Tanrı’ya inancı ile insanlara yardımcı olma isteği ile tüm dünyaya sağlık alanında olağanüstü değerli bir hizmet bıraktı. 

Yıllarca kilise içinde ve dışında maalesef bir çok anne ve babanın (daha çok babaların) çocuklarında açılacak yaraları hiç düşünmeden verdikleri kararlara tanık oldum. Kendi acı, korku, bıkkınlıklarını çözme çabasında tepkisel davranışların açtığı yaralar. Anne babaların çocuklarını kendi tepkilerine, hasarlı düşüncelerine kurban etmeleri. Bu hayatın bir gerçeği diyebiliriz çünkü kim bilir o ‘anne-babalar’ nelerden geçtiler. Ama benim için mesele “İsa’ya iman ettim, Tanrı ile yürümeye karar verdim” diyenler arasında bazılarının bu ve benzeri alanlarda düşüncelerinde değişmemiş, değişememiş olmasıdır; bunun üzüntüsüdür.

Utanç kültürünün derin olduğu Anadolu toplumunda yanlış davranışları ile yüzleşmektense tüm ailesini alıp kiliseden, Tanrı’dan uzaklaşan babalar, anneler az değil. Ya çocukların durumu? Ya onların sağlığı, esenliği? İsa’da ‘bir kişi herkes için kurban oldu’ derken, bu acı durumlarda tersine ‘bir kişi için tüm aile, çocuklar kurban ediliyor’ demek zorunda kalıyoruz! Bu ne biçim tutum, nasıl bir anlayış, ne kör bir gurur? Bunu çok acı buluyorum. Tüm bunları, başta kilise önderleri, hepimizin iyi düşünüp değerlendirmesi gerek.

(Bu arada ‘kiliseden uzaklaşmak Tanrı’dan uzaklaşmak demek değil’ diyenlerin sesleri yankılıyor kulaklarımda. Bazı durumlarda evet bu itiraz doğru olabilir ama genellikle maalesef bahsettiğim uzaklaşma oluyor. En azından benim bahsettiğim bu durumlarda.)

İsa şu sözleri belki bu tutumlar nedeniyle sarf ediyor: “Bırakın çocukları. Bana gelmelerine engel olmayın! Çünkü Göklerin Egemenliği böylelerinindir.” (Matta 19:13-14)

“Ama kim bana iman eden bu küçüklerden birini günaha düşürürse, boynuna kocaman bir değirmen taşı asılıp denizin dibine atılması kendisi için daha iyi olur.” (Matta 18:6)

Evet her şeyin bir mevsimi var, sanırım en önemli mevsim de çocukluk ve gençlik mevsimi. Kulağı olan büyükler işitsin.