Tarih boyunca insanlar neredeyse her zaman ve her yerde “güçlü adamlar” tarafından yönetildi. Toplumsal haklar ve özgürlükler yolu ile yönetilmeye çok az rastlarız, olan da çok kısa olmuştur. Demokrasi diye adlandırdığımız, haklar, özgürlükler ve bağımsız hukuk ile yönetimin biraz olsun yaygınlaşmasının topu topu 100 yılı, hadi abartalım 150 yılı vardır. İçinde bulunduğumuz bu sözde gelişmişlik döneminde bile demokrasiyi düzgün uygulayan ülke sayısı 10’u geçmez (dünyada şu ara 195 ülke var). Hatta ne acı ki bugünlerde demokratik bir haklar, özgürlükler ve hukuk yapısına karşı dünya çapında bir sorgulama, bir saldırı var. Yönetimlerin başarısızlığı, dünyanın karmaşası insanları, özgürlükleri pahasına, ürkütücü biçimde ‘güçlü adamlarda, dikte yönetimlerinde’ ümit aramaya yöneltmekte. Kandırılmaya Aden bahçesinden beri pek açığız.
Kendini yönetmeyi bilmeyen bir halka Tanrı ‘güçlü adam’ olarak gelse kim ne derdi ki? “Aman gözünü seveyim şu dünyayı toparla, bizleri rahat ettir de ne olursa olsun” demez miydik? Seçimlerimizi “ay kötünün kötüsü var” üzerinden yapmıyor muyuz çoğu zaman?
Aslında Tanrı’yı anlamıyoruz. Anlamaya, araştırmaya çalışırken bile dünya standartlarını kullanıyoruz. O’nu dünyadaki devlet, kurum veya aile içindeki ‘yönetenler’ yapısı içinde görüyoruz. Tanrı bu yönetenler gibi – Tanrı onları, onlar da Tanrı’yı yansıtmaktalar sanki. AMA değil. Tanrı aynı bozuk, çürük yapı içinde değil! Çok şükür.
Nitekim “Egemenliğin gelsin” diye dua ederken bunu bir şekilde fark ettiğimizi söylüyoruz. Matta 20:25-26’de İsa, “Bilirsiniz ki, ulusların önderleri onlara egemen kesilir, ileri gelenleri ağırlıklarını hissettirirler. Sizin aranızda böyle olmayacak” derken bambaşka bir anlayış ve yapıdan bahsettiği çok bariz. Bizim yollarımız Tanrı’nın yolları değil. Bizim çözüm yollarımız da O’nun çözüm yolları değil.
Tanrı kötüye bir alternatif olma peşinde değil. Kötüyü yok etme işinde. İyi de bunun için bir bebek olarak gelmek mantıklı mı? ‘İnsanın günahının bedelini insanın ödemesi gerek’ tezinde gidersek bir insan olarak gelmesi gereği pek mantıksız gelmiyor ama sanırım işin pratik tarafından daha derin bir tarafı var. Tanrı’nın yüreğini kavrama tarafı.
Bir kişiyi anlamak için bazen “o kişinin aklının içine girmek gerek” derler ya, işte bizim de Tanrı’nın aklının içine girmemiz gerek. Tabii yapamıyoruz ve yapamadığımız için de O yapıyor. İman edenlere Kutsal Ruh’unu vererek. 1. Korintliler 2:12 “Tanrı’nın bize lütfettiklerini bilelim diye, bu dünyanın ruhunu değil, Tanrı’dan gelen Ruhu aldık.”
Tanrı, Tanrı olmak peşinde koşmuyor. “Ben Benim” derken (Mısır’dan Çıkış 3:14) bir şey kanıtlamak zorunda, bir referans vermek zorunda değildi zira varlığı oydu. Kimliği bir görev, bir meziyete (erdeme) bağlı değildi. Peşinde koştuğu, severek, özen ve coşku ile yarattıkları ile varlığındaki sevgi ve güzellikleri paylaşmaktı, halen de o.
Sevgiyi gerçek anlamı ile paylaşan hükmetmek için sevgiyi paylaşmaz. Konuşurken ‘sevgi ve saygı’ dan bahsederiz; saygı bir şekilde sevgi olmadan olabilir ama gerçek sevginin içinde zaten saygı vardır ve o saygı özgürlük veren bir saygıdır. Tanrı’nın yüreğinin bizi böyle bir sevgi ile sevmekte olduğunu kavrayınca ‘güçlü/egemen adam” rolünde bir kurtarıcı olmayacağını, olamayacağını anlarız. Kral olarak değil, krallığını bırakmış bir bebek olarak gelmesi mantıksız değildir artık.
Bebekler kadar sevgi veren ve sevgiyi çeken yoktur. Yeni yaratılışın bir bebek ile başlaması kadar doğal bir şey yok.