Shakespeare’in “Hamlet” piyesinde dertli prens Hamlet, yaşamdaki adaletsizlikler, ikiyüzlülükler ve yalanlarla boğuşurken ağzından, artık dünyaca ünlü, şu sözler dökülür: “Olmak ya da olmamak, işte bütün mesele bu!” Derin hayal kırıklıkları yaşadığımızda, sağlam sanıp tutunduklarımız yalan çıktığında, adaletsizliklerin hiç bitmediğini farkettiğimizde yaralı yüreklerimizden doğal olarak böyle sorular taşar.
Evet belki İsevi olarak Tanrı’ya iman etmek ve vaatlerine ümit bağlamamız nedeniyle her şeye rağmen ‘olmak’ tutunulmaya değer çıkar; çünkü ne de olsa güvenimiz ve ümidimiz Göksel Babamızdır, insanlar değil. Ancak İnanlılar olarak ‘olmak’ sorgulamasını aşsak ta soracak bir sürü başka sorular var. Zira Hamlet’e soru sorduran, yani güvendiklerinin adaletsizliği ve yalanları, bizlerin de etrafını sarıyor. Kiliselerimizde de kol geziyor, zira sonuçta ister önder ister üye kiliselerde insanlar var.
Geçen yıl vefat eden ve ne üzücü ki ardından bir çok insanı etkilemiş saklı günahları ortaya çıkan ünlü Kutsal Kitap öğretmeni ve inanç savunmacısı Ravi Zacharias bunun taze bir örneği. Son nefesine kadar bildiğimiz kadarıyla ne ikrar ne de tövbe içermeyen sarsıcı günahlarının ortaya çıkması, o kadar çok insanı allak bulak etti, o kadar çok şeyi silip süpürdü ki. Bu denli akıllı bir insanın bütün bunların akibetini düşünmüş olamaması imkansız geliyor. Ama anlaşılan “akıllı olmak aptalca şeyler yapmaya engel değil”.
Din Felsefesi ve İnanç Savunması konusunda çalışmaları olan sevgili Yeşua Özçelik’in bu konu ile ilgili 12 Şubat’ta Twitter’da güzel notları vardı, bunlardan biri şuydu: “Son olarak, bu olayın benim İsa’ya olan inancımda zerre etkisi olmasa da, görüyorum ki birçok kişi aslında inançlarını belirli dini önderlerin, konuşmacıların sözleri üzerine inşa ediyor. Çok üzücü bir durum. Burada önemli bir ders var. Bunu İsa Mesih de şöyle ifade ediyor: “Bu sözlerimi duyup da uygulamayan herkes, evini kum üzerine kuran budala adama benzer.” (Mat 7:26) Bir Hristiyan’ın inancı bir kişiye dayanacaksa bu kişi kesinlikle İsa Mesih’in kendisidir.“
Konum Ravi Zacharias değil. Çok sayılan, muhteşem bilgi ve iletişim yetenekleri olan bir öğretmenin düşüşünün anımsattığı bir soruya yanıt aramaktır:
“Yargılamak ya da yargılamamak, bu da bir mesele!”
İnanlılar arasında çok sık duyduğumuz sözlerden biri İncil’den alınan “kardeşini yargılama” sözüdür. Nitekim yargı konusunda son yazdıklarımda bunun bize düşmediğini yazdım. İyi de Ravi gibi açıkça kötülük yapan kişileri yargılamayacak mıyız? İyi ile kötü, doğru ile yalan arasında bir yargıda bulunmayacak mıyız?
Keşke “yargı” kavramı için iki ayrı sözcük olsaydı. Biri Tanrı’nın önünde sonsuz yaşam, yani ‘son mahkeme’ ile ilgili yargı için; diğeri ise günlük yaşam içinde iyi ile kötü davranışları ayırt etmek, tartmak için.
“Kim Kurtulur” başlıklı yazılarımda ‘sonsuz yaşam’ ile ilgili yargının Tanrı’ya ait olduğunu vurguladım ve savundum. Buna eminim kimsenin itirazı yoktur. Ne mutlu ki bu yargıyı Tanrı’ya bırakmakla üzerimizden çok büyük bir yük kalkıyor. Ama bir de başkalarının, özellikle kilise ailesi içindekilerin davranışlarını tartmak geliyor.
“Kardeşini yargılama”, yanlışları, günahları, kötülükleri göz ardı etmek midir? Hayır, asla. Bu ne doğruluk, ne sevgi, ne de lütuf olur. Selanikliler 2:12 “Sizi …Tanrı’nın Egemenliğe yaraşır hayatlar sürmeye özendirdik” veya Luka 17:3 “Yaşantınıza dikkat edin! Kardeşiniz günah işlerse onu azarlayın…” gibi bir sürü ayetin anlamı kalmaz.
Tabii ki birbirimizi gözeteceğiz. Bunu yaparken amaç yargılayıp yok etmek değil uyarmak, iyiye yöneltmek, tövbeyi görmek, başkalarını korumak ve kişiyi kazanıp bina etmektir. Gözetmek bir şeyleri örtmek demek değildir. Kişi kendisi ışığa gelmiyorsa, başkalarının duruma ışık tutması gerekiyor. Ancak bunu dedikodu ve yıkıcı yargı ile değil, “gerçeği sevgi ile söyleyerek” yapmaya çağrılıyoruz (Efesliler 4:15). Günahta yürüyen kişi bunu inkar ediyor, red ediyor, doğru olanları yapmak istemiyorsa o zaman da bazı adımlar atmak zorundayız. Başkalarının durumumuza ışık tutması tabii daha acı oluyor, onun için de Davut gibi “Rab yüreğimi tara” diyerek kendimizin ışığa çıkması her zaman çok daha akılcı ve etkilidir. Bu konu kendi başına geniş çaplı ayrı bir konu ve bu, maalesef çoğu kez kaba sapa uygulanan kilise disiplin yöntemlerimiz ile aşılmaz. Kutsal Kitap bize yollar gösteriyor ama konumuz şu an o değil.
Peki “lütuf” ne olacak? Bu durumlarda lütuf sadece suçlu için geçerli değildir, kurbanlar için de rolü vardır. Dolayısı ile o denli basit değildir. Her durum kes biç, öp barış ile çözümlenemez. Bu nedenle konunun bu tarafı kendi başına geniş çaplı dedim. Belki ileride bakabiliriz.
Yapılanlardan eziyet gören, yaralanlar varsa (ki her zaman vardır), ayrıca onların yanında da olmamız gerekiyor zira Tanrı ‘ezilenlerin, haksızlığa maruz kalanların yanındadır’ ve İsa’nın bir öğrencisi, hangi sebepten olursa olsun, duyarsız olamaz.
Karanlığı örtbas etmeye çağrılmadık. Ama ne yazık ki bu yapılıyor, hele bizim gibi onuru koruma endişesi ile yanıp tutuşan utanç toplumlarında. Ve ne acı ki bu yaklaşımlarda gerçek ve doğruluk kurban edilir. Örtbas ederken bir sürü ‘iyi’ bahane bulup uydurmakta da çok başarılıyız: “kilisenin adı lekelenir”, “gelir kaynaklarımız kurur”, “bu hizmetin önü kesilmemeli” vb.. Kanıtlanmış, kötü, günah dolu eylemleri bir kilisenin, bir hizmet kuruluşunun veya bir önderin itibarını korumak adına örtbas etmek, ışığa getirip çözmeden devam etmek, karanlığın tarafında yer almaktır.
Bu durumlarda kilise içinde ve dışındaki insanları şu tarz düşüncelere iteriz: “Kilise aldırış etmiyor, herhalde Tanrı’da aldırış etmiyordur.” O zaman da insanlar haklı olarak ne böyle bir kilise ne de böyle bir Tanrı ister. Rab de, Ferisilere yaklaştığı gibi, bizlere “Ne müjdelediniz, ne elde ettiniz? Sizi ikiyüzlüler” demekte haklı çıkmaz mı?
Tanrı’nın ikiyüzlükten nefret ettiği bir sürü ayetle vurgulanmıştır (Süleyman’ın Meselleri ve İsa’nın din adamlarına sözlerine bakmamız yeterli). Zira ikiyüzlülük karşındakilere, etrafındakilere haksızlıktır, hırsızlıktır, sahtekarlıktır, aldatmacadır; gerçeğe ihanet, yalana hizmettir; karanlığı ışığa tercih etmektir. İblis’in en başarılı olduğu yeteneğe ortak olmaktır (İblis’in Aden bahçesinde ve İsa’nın çölde denemesindeki tutumunu hatırlayın). Sonuç olarak da ikiyüzlülük güveni sarsar, yok eder. Belli bir alanda güvendiğimiz kişiler ne denli bize örnek olmakta ve sırtımızı dayamakta üst düzey kişilerse (örneğin kilise önderleri), ikiyüzlülükleri ile o güvenin yıkılması da o denli sarsıcı ve yaralayıcıdır.
Luka 17:1-2’deki şu ayetleri dikkate almamızda yarar var (özellikle önderliğe soyunanlar): “İnsanı günaha düşüren tuzakların olması kaçınılmazdır. Ama bu tuzaklara aracılık eden kişinin vay haline! Böyle bir kişi bu küçüklerden birini günaha düşüreceğine, boynuna bir değirmen taşı geçirilip denize atılsa, kendisi için daha iyi olur.”
Ravi ilk değil son da olmayacak. Şu anda dünyada ve hatta ülkemizdeki bir avuç kilisede bile gizli (veya açık) günahlarının derecesi, hizmetlerini yapmamalarını gerektirecek kişiler, önderler vardır. Ravi ile bir kaç kez tanıştım, öğretişlerine hayran kaldım, çok iyiydiler, çok öğreticiydiler. Hatta öldüğünde “onu saatlerce dinleyebilirdim” diye yorum yaptım. Öğretişlerinizin iyi hatta etkin olması günaha düşmeyeceğiniz anlamına gelmez. Sizin aktif, öğretişlerinizin doğru ve etkili olması sizi doğru kılmaz. Ama o günahlarla yüzleşip yüzleşmemek sizi dürüst veya ikiyüzlü kılar.
Tanrı ve insanların sizi nasıl tanımlamasını istersiniz? Seçim sizin, bizim, benim.